Diyarbekir

DİYARBEKİR(Eski adları: Arriidi, Amida, Hamid, O’mid, Kara Amid, Diarbek, Diyarbekir veya Diyarıbekir, Diyarbakır)

Hititliler zamanında kurulduğu sanılan şehir, ilk çağlardan bu yana Hurri-Mitanni (M.6. 3500-1260), Asur(M.Ö. 1260-775), Urartu (M.Ö. 775-736), tekrar Asur (M.Ö. 736-653), İskit (M.Ö. 653-625), Med (M.Ö. 625-550), Pers (M.Ö. 530-331), İskender (M.Ö. 331-323), Selevkos (M.Ö. 323-140), Part (M.Ö. 140-85), Armenia (M.Ö. 85-69), Roma (M.Ö. 69-M.S. 395), Bizans (395-639), İslam (639-661), Emevi (661-750), Abbasî(750-869), Şeyhoğulları(869-899), tekrar Abbasî(899-930), Hamdanî(930-978), Büveh (978-984), Mervanî(984-1085), başkent (990-1085), Selçuklu (1085-1095), İnaloğulları(Başkent 1095-1142), Nisanoğulları (1142-1185; başkent), Artuklu (1185-1232), Eyyûbî(1232-1240), Anadolu Selçukluları(1240-1302), tekrar Artuklu(1302-1394), Timur (1394-1401), Karakoyunlu (1401-1420), Akkoyunlu (1420-1507; başkent 1420-1470), Safevî(1507-1515), Osmanlı (1515-1922), gibi bir çok egemenliğin altında kalmış, onların kültürünü almış Diyarbekir tarihini islam fethinden itibaren ele alarak irdelemek istiyoruz:

Hz. Ömer‘in halifeliği (634-644), sırasında Bizans İmparatorluğumda Heraklius (610-644), bulunuyordu. İslam orduları 636 yılında yapılan Yarmuk Savaşı’nda Heraklius ordularını yenerek Suriye’yi istila etti. Bundan sonra sıra Kuzey Mezopotamya’nın fethine gelmişti. Hz. Ömer, bu görevi İyaz b. Gunm‘a verdi, İyaz, 8 bin kişilik bir kuvvetle harekete geçti. Ordusunda 1000‘e yakın sahabe vardı. Ordu, yol boyunca kaleleri feth ede ede ve bazılarını da barışla alarak Amid (Diyarbekir) Kalesi önüne kadar geldi. Kentin kuşatılması uzun sürmedi. Araplar beş ay kadar kale duvarları dibinde beklemeye katlandılar. Sonunda sur dibinde yapılan keşiflerden birinde surun Dicle vadisine bakan gizli bir su kanalının genişletilebileceği ve oradan içeri sızılabileceği anlaşıldı. Böylece Diyarbekir 639 yılında fethedildi. Halkın silahları toplatıldı ama, kendilerine iyi davranıldı. İslam dinini kabule zorlanılmadı. Hz. Ömer ölünce yerine Hz. Osman geçti. Bu sırada Elcezire bölgesi Diyar-Muzar, Diyar-Bekr, Diyar-Rabia adlarıyla üç amilliğe (valiliğe) ayrıldı. Diyar-Bekr Amilliği‘neVelid b. Ukbe getirildi. 24 Haziran 656 tarihinde Hz. Ali halife oldu. Ali’nin öldürülmesi. (24 Ocak 661). üzerine hilafet Emevîlere geçti. Elcezire bölgesinde bulunan Urfa, Amid (Diyarbekir), Meyyafarkin, .Mardin, Erzen ve Siirt Emevilere geçti. 685 yılında halife olan Abdülmelik, Cezire ve Diyarbekir Valiliği‘ni kardeşi Mehmed’e verdi. Bu dönemde yörede bazı mezhep kavgaları oldu. Bir ara da Diyarbekir başkent haline getirildi. Emevileri yıkan büyük ihtilal sonunda hilafet ve iktidar Peygamber soyundan gelen Abbasîlere geçti, ilk Abbasî halifesi Ebü’l-Abbas‘tır. Ancak Elcezire bölgesi halkı ilkin bu halifeyi tanımadı. Urfa ümerasından İshak b. Müslimül Ukaylî’nin çevresinde birleştiler. Yeni halifenin gönderdiği Harran Amili Musa b. Kâb’ı iki ay kentte muhasara ettiler. Abbasîler bir tenkil hareketiyle durumu kendi lehlerine çevirdiler. Bundan sonra Mansur, Cezire ve Diyarbekir Valiliği’ne getirildi. 803 yılında Diyarbekir’de Abdüsselâm adlı bir harici isyan ettiyse de, isyan bastırıldı. Şehir, 856 yılında Bizanslılar tarafından kuşatıldıysa da, muhasaraya cesaret edemeden geri dön-mek zorunda kaldılar. Bundan sonra bir dönem Müslümanlarla Bizanslılar arasında zaman zaman şiddetli çarpışmalar oldu. Bizans kuvvetleri Mardin ve Diyarbekir bölgelerinde soygunlar yaptı ve birçok esir aldılar. Bu yağma olaylarında telaşa düşen Bağdad, Diyarbekir bölgesi kalelerini savunmak için pek çok mücahit yolladı.

diyarbakır

diyarbakır

Halife Mu’tez zamanında (866-869), Ebu-Fazıl b. İsa ile Abdurrahman b. Said, Diyarbekir’e amil oldu. 868 yılında Halife Mu’tez’in Diyarbekir’e tayin ettiği İsa b. Şeyh bin Selil-i Şeybânî‘ye karşı halk isyan etti ve bölgede Şeyh-oğulları hakimiyeti kuruldu. Şeyhoğulları döneminde Diyarbekir, bu devletin merkezi oldu. Halife Muktedir zamanında Diyarbekir bölgesinde bir Hamdaniler egemenliği kuruldu. Hamdaniler devletinin kurucusu Nasır-üd Devle Hasan‘dı. Bu unvan kendisine halife tarafından verilmişti. Bu kişi 926 yılından beri bölgeye sık sık akınlar yapan Bizanslılara karşı savaştı. Onları bozguna uğratıp Samsat’ı geri olarak döndü. 906 ve 942 yıllarında Bizanslılar bölgeye tekrar saldırdılarsa da, kesin bir sonuca ulaşamadılar. 950 yılında görülen Bizanslılar bu kez Amid’i kuşattılar ve kente hileyle girdiler. Bu sırada Halep taraflarında bulunan Seyf-üd Devle de bunlara bir baskın yaparak, darmadağın etti. 952 yılında Rum akıncılar Diyarbekir ovasını yağmaladılar, Arkanai (Ergani) Kalesi’ni zapta giriştiler. Fakat bu da sonuçsuz kaldı. 978 yılında Irak Hükümdarı bulunan Büveyhoğulları’ndan Adudu-d Devle Diyarbekir’i kuşatarak zapt etti ve böylece Diyarbekir ile çevresi kısa bir süre için Büveyhoğulları yönetimine geçti. 984 yılında şehirde yönetimi ele geçiren Mervaniler, 100 yıl kadar bunlar burada hüküm sürdüler. Bu egemenlik altında iken vilayet, en büyük akını 990 yılında Bizans İmparatoru II. Masilelos‘tan gördü. Ancak imparator şehri kuşatmadan geri dönmek zorunda kaldı. 1024 yılında iktidar Nasr-Ud Devle, Ebû Nasır Ahmed b. Mervan’ın eline geçti ve onun iki hükümet merkezinden biri olan Diyarbekir oldu. Mervan 50 yıl kadar hüküm sürdü. Mervan’ın zamanı, bölge için bir barış ve sükûn, bir refah ve mutluluk çağı oldu. Başta Amid olmak üzere bütün ülke kalkınma ve bayındırlık hamleleri yaşadı. Kentin surları yeniden tahkim ve imar edildi. Dicle Köprüsü de yeniden inşa edildi. Mervanoğulları zamanında Diyarbekir bölgesi bilim adamı, şair ve hekimlerin yerleşim yeri oldu. Amid kenti de, İslam âleminin dördüncü derecede gelen bilim ve edebiyat merkezlerinden biri haline geldi.

XI. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Oğuzların sızması sonucu bölgede Selçuklu egemenliği kurulmuştur. XVI. yüzyılda Osmanlı egemenliği kuruluncaya değin bölgeye Selçuklular ve ardından da Akkoyunlular hakim olmuşlardır.

Son yüzyıla gelinceye kadar Diyarbekir bölgesi, genişlemekte olan iki imparatorluğun sürekli çekişmelerine sahne oldu. Gerileme dönemine giren her iki imparatorluğun son yüzyıllarında Diyarbekir de sükûnete ermiştir.

Yavuz Sultan Selim‘e Şah İsmail arasında meydana gelen Çaldıran Savaşı’nda, Diyarbekir Valisi Ustaculuğ Muhammed Han da ordusuyla birlikte katıldı. Bu savaşta Şah kuvvetlerinin yenilgiye uğraması ve Muhammed Han‘ın ölmesi üzerine, bunu fırsat bilen Diyarbekir halkı ayaklandı. Muhammed Han‘a bağlı olanlar kentten atıldı.İşi yönetenler bölgede tanınan ve sevilen Yavuz‘un da sevgi ve saygısını kazanan bilim ve devlet adamı Mevlana İdris-î Bitlisî’ye başvurarak Sultan Selim‘e bağlanmak ve Osmanlı birliğine katılmak istediklerini bildirerek bu konuda yardım ve aracılığını dilediler. Bölgede bulunan diğer kalelerdeki boy beyleri de bu görüşe katılınca İdris-î Bitlisî de onlarla birlik oldu. Durum Sultan Selim’e bildirildi ve yardım istendi.

Bu ayaklanmayı haber alan Şah İsmail, Osmanlı padişahının ordusuyla İran’dan ayrılmasından sonra Tebriz‘e dönüşünde, Diyarbekir‘in yeniden fethi için, Muhammed Han‘ın kardeşi Kara Harı yönetiminde büyük bir ordu yolladı. Diyarbekir yörelerinden kovulan Şah taraftarları(Şahîler) de Kara Han’a katıldılar. Şah tarafından verilen emir uyarınca Urfa Hâkimi Turmuş Bey, ordusuyla yardıma geldi. Mardin, Hasankeyf, Harput, Ergani taraflarında bulunan Safevîler de ona katıldılar. Diyarbekir kenti kuşatıldı.

Sultan Selim kuşatmanın çok uzaması, halkın sürekli yardım istekleri üstüne, kenti kurtarmak ve sonra İran’ı fethetmek niyetiyle ilkbaharda harekete karar verdiğini bildirdi. Bu haber, halkın moralini düzeltti, azmini artırdı. Kara Han şehri bir an önce almak için ard arda saldırıyor, surlar dövülüyor, gedikler açılmaya çalışılıyordu. Halk da büyük bir azimle bu saldırılara dayanıyor, surların zedelenen bölümleri geceleri sabaha kadar çalışılarak onarılıyordu.

Yavuz Sultan Selim orduları ilkbaharda harekete geçti. Kemah’dayken Maraş ve Elbistan bölgesi hakimi Dulkadiroğlu Alaüddevle’nin Diyarbekir bölgesinin Osmanlılara geçişini kendi varlığı için tehlikeli görerek isyan ettiği haberini aldı. Ordu, Dulkadiroğlu’nu bastırmak için o yana yöneldi. Bu haber, Diyarbekir halkını üzdü. Aradan 1 yıllık zaman geçtiği halde, bir yardım gönderilmemişti. Durumu acı bir dille Mevlâna İdris’e bildirdiler. Bu sırada Kürd Bey, ordusunu Şah’tan aldığı yeni kuvvetlerle düzene sokmuş, Amid kuşatmasına yardıma geliyordu.

Kara Han, Osmanlı ordusu gelmeden şehri kesinkes ele geçirmek azmiyle bütün cephelerden saldırıya geçti. Mancınıklarla kente binlerce gülle yağdırdı. Kentin önemli bir bölümü harap, birçok kimse de şehit olduğu halde, halk sonuna kadar dayandı. Kara Han bizzat ordusunun başına geçerek 12 koldan kentin üstüne yürüdü. Surlar her taraftan dövülmeye başlandı. Birçok gedik açıldı. Halk ise aynı azim ve imanla karşı koydu. Her türlü çareye başvuruluyor, düşman kuvvetlerinin içeriye sızmasına olanak tanınmıyordu. Bazı bölümlerde merdiven kurarak sura tırmanabilen Kara Han askerleriyle boğaz boğaza dövüşüyorlardı. Bir kaç gün üst üste sürüp giden bu çetin saldırılar sonuç vermeyince, Osmanlı ordusunun da yaklaşmakta olduğu haberi gelince, Kara Han, iki ateş arasında kalmamak için kuşatmayı bırakarak Sincar Dağları‘na doğru çekildi. Az sonra Osmanlı ordusu göründü. Halk büyük bir sevinç içindeydi. Surlar Osmanlı bayraklarıyla süslenerek kentin kapıları, Osmanlı ordusuna açıldı. Böylece Diyarbekir, 10 Eylül 1515 tarihinde Osmanlı birliğine katılmış oldu.

Bu başarısı üzerine Diyarbekirli olan Bıyıklı Mehmed Paşa, Diyarbekir eyaleti beyler beyliğine getirildi. Halk kendisine “Fatih Paşa” lakabını taktı. Padişah tarafından isim yeri boş bir çok ferman, Bitlisli İdris’e gönderilerek savaşta yardımları görülen beylere ve aşiret reislerine verilerek ödüllendirilmeleri emderildi. Bir iki yıl içinde bütün Güneydoğu Anadolu bölgesinin fethi bitirildi. Ustaclu Kara Han’ın başı kesilerek, Padişah‘a gönderildi.

Osmanlı döneminde en geniş ve en önemli eyaletlerden birinin merkezi olan Diyarbekir, aynı zamanda doğuya sefer eden orduların da hareket üssü ve kışlası durumundaydı. Öteki eyaletlere oranla en çok savaşçı çıkaran beyler beylerin karargahı olmuştu. Bu sebeple Diyarbekir’de Osmanlı döneminde oldukça önemli olaylar meydana gelmiştir.

Kanunî Sultan Süleyman Diyarbekir’e gelen ilk Osmanlı padişahıdır. İlk gelişi birinci İran seferinden dönüşüne rastlar. 27 Ağustos 1535 tarihinde Tebriz’den hareket eden Padişah, Hoy, Erciş ve Ahlat üstünden Diyarbekir’e geldi (20 Ekim 1535 Çarşamba). Diyarbekir’de 22 gün kaldı. Kendi buyruğuyla 1526 yılında genişletilen iç kalede incelemelerde bulundu. 5 Ekim 1535 gününe rastlayan Cuma namazını Ulu Cami’de kıldı. 11 Ekim 1535 Perşembe günü kentten ayrıldı.

Kanunî Sultan Süleyman, ikinci İran seferine giderken yine Diyarbekir’e uğradı. Halep’ten gelirken yolda hastalanmış, istirahat ve tedavi için Karacadağ yaylalarında bulunurken, 25 Ekim 1549 günü Diyarbekir’e geldi. Burada kendisine katılan veziri Ahmed Paşa’nın düşman ordusunun firarını bildirmesi üzerine, İran Şahı Tahmasbn Doğu Anadolu’ya saldırısına karşılık vermek için, Elkas-Mirza‘yı bir takım aşiret kuvvetleriyle akın yaparak İsfahan, Kum ve Kaşan taraflarının vurulmasına memur etti. Daha önce verdiği emir üzerine 1543 yılında Vali Bali Paşa zamanında kente getirtilen Hamravat suyu tesislerini gezdi. Bol ve çok nefis olan bu suyun kentin güneybatısında 10 kilometre uzaklıkta bulunan, Gözeli köyünden buraya getirilmesinde Padişah’ın gönderdiği Mimar Sinan’ın kalfası Kastamonulu Kasım Çelebi büyük rol oynadı. Padişah, 4 Kasım 1549 tarihinde Diyarbekir’den ayrıldı.

IV. Murad 8 Ağustos 1635 tarihinde Revan fethinden sonra 11 Eylül’de Tebriz’e gitti. Bununla Osmanlı ordusu, ilki Yavuz Sultan Selim, üç tanesi Kanuni Sultan Süleyman, beşincisi III. Murad devrinde olmak üzere altıncı kez Tebriz‘e giriyordu. Dört gün burada kalan Padişah, Eylül sonlarında Van’a, burnadan da Bitlis üstündren yoluna devamla 21 Eylül 1635 Pazar günü Diyarbekir’e geldi. Nikris hastalığına tutulduğundan burada 14 gün kaldı. Her yerde yaptığı gibi burada da zorbalıkla ilgili bazı kimseleri idam ettirdi. 4 Kasım 1635 tarihinde Diyarbekir’den ayrıldı. Sadrazam ve Serdar-ı Ekrem Tabanı yassı Mehmed Paşa‘ya sadaret makamına ilaveten Rumeli Beyler beyliği de tevcih edilerek kendisi Safevî harekatını takip için Diyarbekir kışlağına bırakıldı. Paşa, Bağdad seferinde hazırlıklarını yapmaya memur edilmişti. IV. Mehmed 1638 yılında Bağdad seferine giderken 3 Eylül Cuma günü tekrar Diyarbekir’e uğradı ve 10 gün kaldı. Bağdad’ın fethinden sonra Padişah 5 Şubat 1639 Cuma günü, Musul üstünden bir kez daha Diyarbekir’e geldi. Bu sırada Diyarbekir’de Şeyh Mahmud Aziz Urmevî adında, namı yaygın bir Nakşibendi şeyhi vardı. Tebriz yakınlarındaki Urmiye kasabasından gelip buraya yerleştiği için, Urmiye veya Rumiye Şeyhi olarak ün salmıştı. Doğu Anadolu’ya gelen serdarlar, paşalar vb. erkan genellikle kendisine uğrardı. Her dediğini seve seve yapacak binlerce mürid ve hayranı vardı. Sultan Murad’ıh da teveccühünü kazanmış beraberinde Revan seferine katılmıştı. Dürzî Beyi Manoğlu Fahreddin, Küçük Ahmed Paşa tarafından bastırıldığı zaman, Bey’in bir akıllı ve kurnaz kızı erkek kıyafetine bürünerek, Lübnan‘dan kaçıp Diyarbekir’e gelmiş ve Şeyh’e sığınmıştı. Şeyh’in himaye ettiği bu kız, kimyasal yöntemlerle altın yapmayı bildiğini ileri sürüyordu.

Şeyhi de buna inandırmıştı. Şeyh, bu kızı Padişah’a altın yapmasını bilen kız  diye takdim etti. Padişah da altın yapsın diye kıza birçok para ve malzeme verdi. Ancak Manoğlu’nun akıllı kızı, aldığı paraları zevk ve eğlence alemlerinde yemiş, bu arada sahtekarlığı da ortaya çıkmıştı. IV. Murad bu olay sebebiyle Şeyh’e içerlemişti. Diyarbekir‘e geldiği gün bu kızı ve onun dünyaya getirdiği iki kız çocuğunu boğdurarak Dicle‘ye attırdı. Daha sonra Şeyh’in müritlerinin çokluğuna, nüfuzunun pek yaygın oluşuna, şeyhlik postundan hükümdarlık tahtına geçen örnekler bulunmasına ve Sakarya Şeyhi gibi bunun da bir gün isyan edebileceğine Padişah’ın dikkati çekildi. Bu fikirler Padişah’ın da görüşüne uygun düştüğünden Şeyh Mahmud’un da idamını emretti.

Diyarbakır Babil Avm

Diyarbakır Babil Avm

XVIII. yüzyıl ikinci yarısından itibaren Diyarbekir bir tür afet bölgesi oldu. Mart 1754‘te şehirde büyük bir kolera salgını çıktı. Bu salgında birçok insan öldü. Bunun üzerine hükümet, gerekli tedbirleri alarak hastalığın giderilmesi için büyük çaba sarf etti, İslam ve reaya vergilerinde birtakım indirimler yaptı veya bir bölümünü erteledi. Bu salgının ardından Aralık 1790‘da büyük bir taun salgını baş gösterdi. Salgından dehşete kapılan halk, memleketini terketti. Şehirde Ekim 1843 yılında bir kolera salgını baş göstermişse de, bu eskisi gibi fazla etkili olmadı.

XIX. yüzyıl başlarından itibaren şehirde yer yer ayaklanmalar baş göstermeye başlamıştır. Nitekim 1803 yılında meydana gelen bir ayaklanma anında bastırılarak şehir sükûna kavuşturuldu. Ancak 1819 yılında Diyarbekir eyaletinin Rakka eyaletine katılması ve Behram Paşa’nın sorumluluğuna verilmesi üzerine, Deli lakabıyla anılan Behram Paşa, Viranşehir “Milli” aşiretlerindendi. Behram Paşa, vali olarak geldiğinin üçüncü günü kentin ileri gelenlerini huzuruna çağırarak, “Bana cezalandırılmanız emredilmiştir, sizi öldüreceğim, malınızı yağma ettirip, evlerinizi yıkacağım” gibi sözlerle tehdit edince, Şeyhzade Mehmed Bey, Müftü Hacı Masud Efendi ve kentin ileri gelenlerinden bazıları halkı kışkırtarak ayaklandırdılar. Halk iç kaleyi kuşattı. 18 Temmuz 1819 Pazar günü başlayan isyan 26 Ekim 1819 Salı gününe kadar sürdü. 101 gün devam eden çarpışmalar sonunda civar eyaletlerinden gönderilen kuvvetlerle isyan bastırıldı. Ön ayak olanlardan birçoğu kaçtı. Kıtlık sebebiyle yedi sekiz yüz kadar aile de başka illere göç etti. Müftü Hacı Mesud Efendi, Anapa’ya Sürüldü. Firarda bulunan Şeyhzade Mehmed Bey, Karahocaoğlu Ömer ve Serdar‘ın mallarına el kondu, idamları için de ferman geldi. Bu ayaklanma sonucunda kentin nüfusu üçte bire indi. iç kaleden valinin attırdığı top ve humbaralar Şeyhzadeler Konağı’nın önemli bir bölümünü, Fatih Paşa Camii’nin çok süslü kapısını ve birçok evleri harap etti. Vali Behram Paşa, Diyarbekir’de ancak 5 ay kalabildi. Bir yıl sonra da Şeyhzade Mehmed Bey ve arkadaşları bağışlandılar. Daha sonra da 1823 yılında bir Hatt-ı Hümâyûnla şehir dışına kaçan ayaklanmaya katılanlardan önde gelenlerin şehre girişine, iran olaylarından sonra serbest bırakılmasına karar verildi. 1831 yılında şehirde bir isyan daha çıkmış, ancak Halis Paşa’nın şehre gelmesiyle bu isyan kısa sürede sona ermiştir.

1894 yılı Aralık ayında Husrev Paşa Mahallesi’nde başlayan kolera salgını kısa sürede etrafa yayılmış, 1895 yılı Eylül ayına kadar süren bu afetten büyük çoğunluğu İslam olmak üzere, kent nüfusunun yarısına yakın bir miktarı ölmüştür.

Diyarbekir‘de Temmuz 1879’da kurulan jandarma alaylarından birinin başında Viranşehir’de oturan Milli aşireti reisi Mahmud oğlu İbrahim Ağa bulunmaktaydı. Sultan Abdülhamid’e kendisini sevdirmiş ve Mirliva rütbesiyle paşalık unvanı almıştı, emrinde, aşiretlerden kurulan 20 alay vardı.

İbrahim Paşa‘nın emrindeki Hamidiye alayları, Diyarbekir civarına kadar saldırıyor köyleri talan ve yağma ediyordu. Sarayın kendisini tutması yüzünden devlet kuvvetleri olaylara seyirci kalıyor, yapılan şikayetler sonuçsuz kalıyordu. Üstelik şikâyet edenler paşa tarafından çeşitli hakaretlere uğratılıyordu. Buna dayanamayan Diyarbekir halkı, 1905 yılı Temmuz ayında ayaklandı. Telgrafhaneyi işgal ederek (ki bu büyük telgrafhane 1887 ve 1891 yıllarında onarım görerek daha modern hale getirilmiştir. Sultan Hamid’le doğrudan temasa geçti, İbrahim Paşa ve askerlerinin askerlikten kovulmasını, Paşa’nın sürdürülmesi ve Mabeyindeki Başkatip Tahsin ile Ordu Müşiri Zeki’nin bunları korumalarının önlenmesini istediler. Bu olay, bir Selamı Şahane ile bir de Heyet-i Tahkıkiye’nin gönderileceği sözünün verilmesiyle kapandı. Gönderilen tahkik heyeti bir iş göremedi. Yalnız bir süre sonra İbrahim Paşa Hicaz demir yolunu korumaya gönderildi. O da vekaleti oğlu Humûd’a vererek Şam‘a gitti. Buna “Birinci Telgrafhane Olayı” denmektedir. 1907 yılına kadar şehirde sessizlik hüküm sürdüyse de, Hami-diye alayları yeniden işi azıttılar. Başta Ziya Gökalp olmak üzere, şehrin İleri gelenleri toplanarak, telgrafhaneyi bir kez daha işgal ettiler. 11 gün işgal altında kalan telgrafhaneden Padişah’a İbrahim Paşa‘nın tenkili hakkında birçok telgraf çekildi. Sarayın ısrarlarına rağmen halk dağıtmayınca Bâb-ı Âlî bir ferman yayınlayarak, İbrahim Paşa‘nın Halep’e gönderileceği ve gerekli soruşturmanın yapılarak gasp edilen malların halka iade edileceğini bildirdi ve bu işgale son verildi. Ancak İbrahim Paşa’nın tenkili emri halkın üçüncü kez ayaklanması üzerine 1908 yılında verebildi.

Meşrutiyet’in ilanından sonra Diyarbekir‘de gericilik olayları da başlamıştı,İstanbul’daki 31 Mart Olayı’nın haberi duyulmasıyla bu olaylar daha da artmışsa da, İstanbul hükümetinin aldığı önlemlerle, ayaklanmalar bastırıldı, Diyarbekir’de gericilik hareketlerine sebep olanlar saptanarak, İstanbul Divan-ı Harb-i Örfî mahkemelerine sevk edildiler.

Birinci Dünya Savaşı Diyarbekir’de pahalılık ve kıtlığa sebep olmuş, şehir, Van, Bitlis ve Muş’un işgalinden kurtulan halkın akın ettiği bir kent olmuştur. Bu arada 1914 yılında çıkan büyük bir yangın ve 1916 yılında çıkan tifüs ve kolera salgını sebesiyle halkın büyük bir bölümü ölmüştür.

Milli Mücadele yıllarında Diyarbekir önemli olaylara tanık olmuş, 23 Nisan 1920 tarihinde açılan ilk TBMM‘ye Diyarbekir’den 4 kişi milletvekili olarak gönderilmiştir.

Cumhuriyet’in ilanından sonra 20 Nisan 1924 tarihinde 4981 sayılı Teşkilat-ı Esâsiye Kanunu’nun 89. maddesi sancakları kaldırmış ve idari taksimatı vilayet, kaza, nahiye, kasaba ve köy şeklinde saptamıştır. Buna göre yapılan yeni düzenlemede o zamana kadar mevcut iller il olarak kalmış ve Diyarbekir de idari teşkilatı ile il haline getirilmiştir.

Türk kültürüne seçkin edebiyatçılar yetiştiren Diyarbekir’de her zaman bilim ve sanat çalışmaları süregelmiştir.

Diyarbekir’de en eski mesleklerden biri de kuyumculuktu. Özellikle XIV. yüzyılda bu şöhreti dillere destan olan sanatın piri Âhmed Çelebi’ydi (1533-1601). 1567 yılında Diyarbekir Valiliği’ne getirilen Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa‘nın oğlu Vezir Hasan Paşa, kuyumcular için bir kapalı çarşı ve han inşaatını başlatmış, kuyumcular çarşısından Ulu Cami’e doğru bir kol atarak, sonradan Ketenciler adı verilen çarşıyı da buraya eklemiştir.

Padişah IV. Murad Bağdat’ı aldığında, “Emikin-i Mütareke” süslemelerini Diyarbekir’e ısmarlamış ve buraya gelip 71 gün kalarak siparişlerini kuyumculara tamamlattırmıştır.
Kuyumculuğun yanında, şehre özgü diğer bir sanat kolu da testiciliktir.

Diyarbekir’de çok eski ve oldukça canlı bir basın yaşamı vardır. Diyarbekir’in ilk gazetesi 3 Ağustos 1869 tarihinde yayınlanan Diyarbekir gazetesidir. İlk Türkçe vilayet gazetesinin Tuna vilayetinde 1865 yılında yayınlanan Tuna gazetesi olduğu ve 1874 yılında o günkü anılarıyla Türkiye’nin ancak 24 ilinde gazete çıktığı göz önünde tutulursa, Diyarbekir gazeteciliğinin eskiliği kendiliğinden ortaya çıkar.

Diyarbekir’de ilk matbaa 1869 tarihinde Kurt İsmail Paşa‘nın valiliğinde açılmıştır. Diyarbekir gazetesinin ilk sayısı da burada basılmıştır. Bu gazetenin yazı işleri müdürlüğünü 1872’den sonra bir süre Ziya Gökalp’in babası Mehmed Tevfik Efendi yapmıştır.

Şehirdeki nüfus hareketleri; özellikle kırsal alanlardaki insanlar için her zaman çekici bir yerleşme noktası olmuştur. Geçmişte Roma devrinde ilk saptanan nüfus M.S. 359 yılında 20 bin kadardı. Daha sonraları 60 bine kadar yükselmiştir. M.S. 502 yıllarında 80 bine ve daha sonra 100 bine kadar çıkmıştır, XVIII. yüzyıldan sonra sık sık beliren veba, kolera gibi salgın hastalıklar sebebiyle büyük nüfus kayıpları meydana gelmiş ve ilin nüfusu 1870 yılındaki ilk sayımda 21 bin 372’ye kadar sürmüştür.

Osmanlı Düyunu Umumiyesi’ne gelen gelirlerin iyi idare edilebilmesi için, Diyarbekir vilayeti müdiriyet ve memuriyetlere ayrılmıştı. Bunlar genel müdürlüğü Siirt’te bulunan bir nezaretin denetimi altında çalışırlar, Siirt’in merkez olarak seçilme sebebi bu bölgede bulunan önemli tuzlardı.

Şehirde 1810 yılında maden çıkarılmaya başlanmış ve bunun işletmesi alınan bir kararla hükümete devredilmiştir. Aynı yıl evlerde, dükkânlarda kahve dövülmesi, kahve tahmis mukataası varidatı azalttığından yasaklanmıştır. Şehirdeki vergi sistemleri 17 Mayıs 1845‘te yayınlanan bir genelge ile belirli düzene oturtulmuştur. 1864 yılında kükürt madeni çıkartılmaya başlanılmış, bunun ihalesi Halil Efendi adlı bir şahsa verilmiştir. Şehirde afyon da üretilmekteydi. Nitekim 5 Ağustos 1879 yılında yayınlanan bir Meciis-i Mahsusa iradesi’yle afyon ekenlerden üç yıl süreyle vergi alınmaması karara alınmıştır.Şehirde ilk Ziraat Bankası inşaasına 7 Temmuz 1908 tarihinde başlanılmıştır.

XIX. yüzyıl sonunda Diyarbekir vilayetinde toplam olarak 1805 okul vardı. Bunların 1792‘sinde 60 bin 430 erkek talebe 1842 hocanın denetimi altında çeşitli derecelerde eğitimlerini sürdürürlerdi. Geri kalan 13 okulda ise 1081 kız talebe, 34 hocanın başkanlığında ilk öğretimlerini yaparlardı. Şehre 1896 yılında yatılı idadi mektebi, 1903 yılında Hamidiye Sanayi Mektebi yaptırılmış, 1905 yılında ise Rüşdiye ve İdadi mekteplerinin onarımları geniş ölçüde tamamlanmıştır.

Diyarbekir vilayetinde XIX. yüzyıl sonlarında üç maden ocağı işletilmekteydi ki, bunlardan biri doğrudan doğruya devletin elinde ve diğer ikisi ise şahıslara kiralanmıştı. Devlet tarafından işletilmekte olan Ergani -Maden bakır yatağıydı. Bu maden yatağı ve işletmesiyle ilgili bütün ayrıntılar Ergani Sancağı özel nizamnamesinde bulunmaktadır. İşletimi çiftçilere verilen iki maden yatağı ise, Palu kazası yakınlarında bulunan bakır madeni ve Ergani merkez kazasına bağlı olan kurşun sülfürü yatağıdır.

Diyarbekir ile Samsun ve İskenderun arasındaki kara ulaşımı yük hayvanları, develer, katır ve at arabalarıyla sağlanmaktaydı. Vilayetin deniz kıyısında bulunan iki limanına ulaşmak için Diyarbekir ve Samsun arasında gerçek uzaklık olan 585 kilometreyi 200 kilometre geçen 144 saatlik bir mesafe ve Diyarbekir ile İskenderun arasındaki hakiki uzaklık olan 450 kilometreyi aşan 108 saatlik bir mesafe sayılmaktaydı. Birinci yol için her 6 okkalık batman başına 8 kuruş, ikinci yol içinse, batman başına 6 kuruş ödenmekteydi. Şehrin bozuk olan yolları ise çöl kısımları mamur hale getirilerek 1870 yılında ıslah edilmiştir. Şehrin su ulaşımı, Dicle üzerinden Diyarbekir’den Musul’a, Bağdad’a ve hatta Şattüiarab Nehri’ne kadar devam eder. Kelek’ler aracılığıyla yapılan bu yolculuk, eğer dönüşte Dicle‘yi kıyı boyunca yürüyerek veya at sırtında çıkmak gerekmeseydi, çok ekonomik olacaktı.

Şehirde, İpekli, pamuklu ve yünlü kumaşlar ve hatta deri ve maroken üzerine yapılan işlemeler genç kızların ve kadınların başlıca uğraşlarıydı. Kumaş üzerine yapılan işlemeler, bütün Türkiye’de ve hatta İstanbul’da olduğu gibi Diyarbekir‘de de dış ülkelere ihraç edilmek üzere hazırlanır, bu işlemelerin küçük bir bölümü Mısır ve İzmir‘e gönderilir, geri kalan bütün parçalar, Almanya, İngiltere ve Fransa’ya ihraç edilmekteydi. Genç kızların bütün zevklerinin aktarıldığı oya adı verilen süsler, Paris, Viyana ve Philadelphia’da yapılan milletler arası sergilerde çok İlgi görmüştür. 1867 tarihinde Paris‘te yapılan bir sergide Türkiye tarafından yollanan oya örneklerini gören Nottinghamlı büyük bir tacir, bunların büyük bir bölümünü alarak, bu desenleri yapılan İngiliz dantellerine uygulamaya çalışmıştır.

Yurt dışında olduğu gibi şehir merkezinde de el işleri sergileri açılmıştır. Ayrıca yapılan sergilere renk katması bakımından birçok sportif faaliyetler de eklenmekteydi. Nitekim 1903 yılında Diyarbekir‘de açılan bir sergide at yarışları da yapılması sergiyi daha cazip hale getirmiştir.

Dini otorite olarak, şehirde, Müslüman halkın din başkanları, merkez sancakta bir müftü, kazaların merkezlerinde kadılar ve köylerde imamlardı. Müslüman olmayan ahali ise, kendi mezheplerine ait kimselerin başkanlığı altında dini görevlerini sürdürürlerdi. Gregoryen Ermeniler bir papaz, Katolik Ermeniler bir piskopos, Protestan Ermeniler bir rahip, Ortodoks Rumlar bir piskopos, Katolik Rumlar misyonerler, Katolik Kaideliler bir baş piskopos, Katolik ve Yakubi Süryaniler bir papaz, Latiler, Kapuşen, İtalyanlar ve Yahudiler bir haham tarafından yönetilirlerdi.

Tarihin ilk çağlarından beri bir yerleşim merkezi halinde bulunan Diyarbekir, eski eserler açısından da zengin bir kenttir.

Selçuklular zamanında Diyarbekir en mamur dönemlerinden birini yaşamıştır. Bununla birlikte kente yapılan çeşitli saldırılar sonucu bu eserlerin büyük bölümü harap olmuştur.

Ulu Cami, kendi adıyla anılan Ulu Cami Mahallesi’nde, Sultan Melikşah‘ın buyruğuyla Vali Amiddüdevle tarafından onartılarak 1091-1092 yılları arasında yapılmıştır. Daha önce 639 yılında Diyarbekir İslam orduları tarafından alındığı zaman kentin ortasındaki büyük kilisenin üçte biri, sonra tümü cami olarak kullanılmış, bu topraklar Büyük Selçuklu imparatorluğu’na katılınca da cami onarılmış ve yeni biçimini almıştır. Bu durum, güzel ve çiçekli bir kitabede belirtilmektedir. Caminin planı Şam Emeviye Camii’ne bağlanır. Cami, Melikşah’tan sonra çeşitli değişikliklerle bugünkü durumunu almıştır. En son 1873 yılında onarılan cami, iki paye sırasıyla mihrap duvarı boyunca uzanan üç nef, ortadan geniş ve yüksek bir nefle dikey olarak kesilmiş, payeler sivri kemerlerle birbirine bağlanarak üstte küçük kemerlerden ikinci bir dizi sıralanmıştır. Caminin önündeki etrafıçeşitli yapılarla çevrili dikdörtgen bir avlusu vardır. Avludaki şadırvan 1849 tarihlidir.

Kale Camii (Hazret-i Süleyman Camii, Nasırıye Camii):
Nisanoğlu Ebu Kasım Ali tarafından, Mimar Hibetullah Elgürgani’ye 1115 yılında yaptırılmıştır. Caminin bitişiğindeki meşhedde, Halid b. Velid’in oğlu Süleyman ile Diyarbekir‘in Araplar tarafından alınması sırasında şehit düşen diğer sahabeleri yattığından, ziyaret yeri olmuştur. Yapının hemen tümü kesme taştan inşa edilmiştir. Kanunî Sultan Süleyman tarafından genişletilen cami, çeşitli devrelerde onarılmıştır. Yapı topluluğuna iki yerden giriş vardır. Bunlardan biri batıda, diğeri güneydedir. Caminin batı duvarına bitişik olan türbe ile arasında geçitler vardır.

Nebi Camii (Peygamber Camii): Dağ kapısı yakınında bulunur. Akkoyunlular devrinde (XV. yüzyıl), yaptırılan cami, daha sonra Kasap Hacı Hüseyin tarafından yenilenmiştir (1530)Tasla örtülü, tek kubbelidir. Önünde iki pembe mermer direkli, üç kemerli, kubbeli son cemaat yeri vardır. Minaresi ve Ön cephesi bir sıra kara bir sıra ak taştan yapılmıştır. Son cemaat yeri üç kubbelidir. Caminin arka cephesinde 1718 yılında yapılmış bir türbe vardır. Bu türbelerde Vali Köprülü Abdullah Paşa’nın karısı Zeyneb ile kızı Leyla gömülüdür.

Safa Camii, Şah İsmail’in dedesi Şeyh Cüneyd’in tavsiyesi üzerine Uzun Hasan tarafından XV. yüzyıl ortalarında yaptırılan bir Akkoyunlu eseridir. Cami çinilerinden ve zengin taş süslemelerinden dolayı oldukça ilgi çekicidir. Siyah beyaz kesme taşlardan yapılmıştır. Dört yalın sütuna dayanan beş kubbeli bir son cemaat yeri vardır.

Hoca Ahmed Camii (Ayni Minare Camii): Hacı Ahmed adlı bir hayırsever tarafından 1498 yılında yaptırılmış, Akkoyunlular dönemine ait bir yapıdır. Avlusuna minarenin yanındaki bir kapıdan girilmektedir. Küçük avlusunda minare yükselmektedir.

Şeyh Mutahhar Camii (Kasım Padişah Camii: Kasım Bey Camii): Akkoyunlu Sultanı Kasım tarafından 1500 yılında yaptırılmıştır. Minaresi dört kalın ve yalın sütun üstüne oturur. Gövde bölümü siyah beyaz taşlardan yapılmış ve üzerinde kitabe bulunmaktadır. Tek kubbeli olan camii, yalın bir mihrap ve minbere sahiptir.

İldeki mescitlerin birçoğu yıkılmış, birçoğu ise bugün yıkılmaya yüz tutmaktadır. Bugüne kadar kalabilmiş mescitler şunlardır:
Mervani Mescidi, 1056 yılında Mervan oğlu Ahmed tarafından yaptırılmıştır. “Cağaloğlu Mescidi” Ali Paşa ile Hoca Ahmed mahalleleri arasındadır. 1581 yılında Diyarbekir Valisi Cağalzade Sinan Paşa veya onun oğlu olan ve 1604 yılında valilik yapan Mehmed Paşa tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır.

Salos Mescidi, Mardin kapısına yakın Gazi Caddesi üzerindedir. XVI. yüzyıl Osmanlı yapısıdır.Kavas-ı Kebir Mescidi, XVI. yüzyılda yaptırılmıştır.Dabanoğlu Mescidi, Fatih Paşa ile Nasuh Paşa camileri arasındadır. 1696 yılında Diyarbekir Valisi bulunan Tabanzade Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. XVII. yüzyıl sonlarına ait bir Osmanlı eseridir.İbrahim Bey Mescidi, Akkoyuniu Sultanı Kasım Padişah tarafından yaptırılmıştır (XV. yüzyıl sonu).

Türklerin Anadolu’da varlıklarını duyurdukları tarihten itibaren, Diyarbekir Doğu Anadolu’nun devamlı bir kültür merkezi olmuştur. Bunun en kesin belgesi tarihi bilinen ilk avlusu açık eyvanlı medreselerin Diyarbekir’de yapılmış olmasıdır. Bu medreselerin sayıları gittikçe çoğalmış, değerli bilim adamları buralarda ders vermişlerdir.

Zinciriye Medresesi (Sincariye Medresesi), Eyübiler’den Melik Salih Necmeddin tarafından, Mimar Isa Ebu Dirhem’e yaptırılmıştır(1198-1236). Bu medrese Ulu Cami’nin batısında ve yakınındadır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar medrese; daha sonra yoksullar için barınak olarak kullanılmış, 1934 yılında onarılarak müze haline getirilmiştir.Zengin taş işlemelerinde “Zengi” mimarisinin etkileri belli olur. Açık medreseler içinde iki veya tek eyvanlı şemalı, tek katlı ve medrese olarak yapılmıştır. Avlusu çok küçültülmüş revaklı ve açık, tek katlı olan medrese siyah bazalt kesme taştan yapılmıştır. Ulu Cami külliyesi içindedir.

Mesudiye Medresesi, Ulu Cami’nin kuzey kenarında, avlunun doğu bölümünde, revakların arkasındadır. Halepli üstad Cafer b. Mahmud’un çizimi üzerine Mesud tarafından 1124 yılında inşa ettirildi, iki katlı, açık revaklı avlu tek eyvanlı bir yapıdır. Tamamen kesme bazalttan yapılmış, yalnızca büyük eyvan kemerinde beyaz renkli mermer kullanılmıştır.

Diyarbekir kentinde ve il sınırları içinde pek çok türbe vardır. Günümüze kadar yıkılmadan ulaşabilenlerden bir kaçı şunlardır:

Sultan Suca Türbesi: Mardin Artukluları dönemine ait olduğu bilinmektedir. 1973 yılında Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce onartılmıştır.

Şeyh Yusuf Hamedânî Türbesi: Şeyh Yusuf Camii avlusundadır. Kesme taştan yapılmıştır. Kare gövde üstüne içten pandadifli kubbe, piramid biçimi çatıyla örtülüdür.

Şeyh Abdülcelil Türbesi, Safa Camii avlusundadır. Yapım tarihi ve Şeyh Abdülcelil’in kimliği hakkında bilgi yoktur. Türbe, kesme taştan yapılmış, sekizgen gövdelidir. XV. yüzyılın ortalarında veya XVI. yüzyılın ilk yansı içinde yapılmış olduğu tahmin edilmektedir.

Lala Bey Türbesi: Lala Bey Camii’nin kuzeydoğu köşesindedir. Camiyle birlikte yaptırılmıştır. Kesme moloz taşlardan inşa edilmiştir. Kare bir gövde üstüne kubbe oturmaktadır.

Sarı Saltuk Türbesi, Urfa kapısı dolaylarında bulunan Gülşenîler Tekkesi yanındadır. Türbenin tümü kesme taştan yapılmıştır. Sekizgen bir gövde bölümü, yüksek bir kasnağı, kiremitle örtülü, piramit biçimi bir külahı andırmaktadır.

Karadeniz Türbesi; “Mirseyyat Türbesi” de denilir. Hamedanoğulları döneminin ünlü komutanlarından Seyfüddevle Ebu Hasan Ali’ye ait olduğu ileri sürülür. Kesme ve moloz taşlardan yer yer onarılmış olan türbe, şekil değiştirmiştir. Kare gövdeli beşik tonozla örtülü kubbe, giriş cephesinde kapısı solunda bulunan pencereden ışık alır. Türbeye yakın geniş ve karanlık bir yeraltı sarnıcı vardır. Bu sarnıca halk “Karadeniz” dediği İçin türbeye de aynı adı yakıştırmışlardı.

Anadolu’nun ünlü kalelerinden “Diyarbekir Kalesi”, Karaçadağ’dan Dicle’ye uzanan geniş bazalt platosunun doğu kenarında, Dicle Vadisi’nden 100 m. yükseklikte bir yere kurulmuştur. Hangi tarihte kurulduğu bilinmemektedir.

Kale, dış ve iç olmak üzere iki bölümden meydana gelir. Dış kale surlarının uzunluğu 5 kilometreden fazladır.Bu surların kuşattığı alan doğudan batıya 1700, kuzeyden güneye 1300 metreyi bulur. Surların yüksekliği 10 12 metredir. Kalınlıkları da 3-5 metre arasında değişir.

1828 yılında Osmanlı Devleti, Ruslar’la Kars’ta savaş halinde olduğundan, gelebilecek bir tehlike karşısında şehrin savunulması bakımından aynı yıl kale onarılarak, esaslı bir şekilde tahkim edilmiştir.

Yukarıda sayılan yapılar, genellikle Osmanlı dönemi öncesi yapılardı. Diyarbekir’de Selçuklu döneminden kalma eserlerin yanı sıra Osmanlı döneminden kalma eserler de vardır. Bunların da önemlilerini şu şekilde sıralayabiliriz:

Kurşunlu Camii; Diyarbekir fatihi Vali Bıyıklı Mehmed Paşa tarafından kentte yaptırılan ilk Osmanlı eseridir. (1516-1520). Yapının son cemaat yeri ve önemli bölümlerinde taş, diğer kısımlarında düzgün olmayan malzeme kullanılmıştır. Son cemaat yeri 8 sütuna dayanan 7 kubbeyle örtülüdür. Bıyıklı Mehmed Paşa’nın mezarı bu caminin doğu tarafındaki hazirededir.

Hüsrev Paşa Camii, Mardin kapısı yanında, aynı adı taşıyan mahallede bulunur. Diyarbekir valilerinden ikincisi olan Hüsrev Paşa tarafından yaptırılmıştır (7527-7526). Hkin bir medrese olarak yapıldığından, adına “Hüsreviye Medresesi” denilmiştir. 1728 yılında yapıya minare eklenip cami olarak kullanılmaya başlanılmıştır.

Aziz Efendi Camii’nin, 1591-1620 yılları arasında Şeyh Aziz Mahmud Urme vîzamanında yaptırıldığı ve bu adı aldığı söylenilmektedir.

Arap Şeyh Camii, Diyarbekir’de Yeni Kapı yakınındadır. 1644 ve 1650 yıllarında Diyarbekir’de birer yıl valilik yapan Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Bugün şadırvan olarak kullanılan sekizgen yapıdır. Köşelere konan sekiz ayağın araları, dar sivri kemerlerle bağlanmıştır, içerden tuğla kubbe, dışardan konik bir çatı ile örtülmüştür.

İskender Paşa Camii, Vali İskender Paşa tarafından 1551 yılında yaptırılmıştır. Birkaç yer dışında siyah  beyaz toslardan yapılmıştır. Önünde şadırvanı, doğusunda türbe bölümü vardır. Camii, bugün hafif eğimli betondan bir çatıyla örtülüdür. Camiin Ağustos 1887 yılındaonarıldığı bilinmektedir.

Melik Ahmet Paşa Camii, şehrin batısında, aynı adı taşıyan cadde üstünde bulunur ve Diyarbekirli Melek Ahmet Paşa tarafından 1587-1591 yılları arasında yaptırılmıştır. “Tuhfetü’l Mi’mârin” adlı eserde, Mimar Sinan’ın eseri olduğu ileri sürülmektedir. Camiin girişi, diğer camilerden ayrılmakta, güney mihrap duvarlarındaki büyük bir portal camiin altındaki yola geçiş vererek kuzey bölümündeki avluya açılmakta, oradan merdivenle camie çıkılmaktadır. Camiin, içi çini süslemeleriyle dikkati çeker. XVI. yüzyıl Osmanlı çinileri yerden 1 metre yükseklikteki duvarlarını kaplar, bunların yanı sıra ince uzun mihrabı tümüyle çini kaplıdır.

gökyüzünden diyarbekir

gökyüzünden diyarbekir

Defterdar Camii, 1594 yılında Defterdar Ahmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Siyah kesme taştan fevkânî olarak yaptırılan bu cami, 1679 yılında Vali Ahmed Paşa ve 1832 yılında Hacı Ragıp Bey tarafından onarılmıştır.

Nasuh Paşa Camii, Vali Nasuh Paşa zamanında, Fatih Paşa Camii‘ne giden yolun üstünde 1606-1611 yılları arasında, eşi Serviyani Hanım adına yaptırılmıştır.

Kavass-ı Sağir Mescidi, XVI. yüzyılda Kemaleddin ve Cemaleddin adlı iki kardeş tarafından yaptırılmıştır. Siyah kesme taştan yapılan mescidin basit bir görünümü vardır. Büyük bir sivri kemerin içine oturtulmuş, basık kemerli bir kapıdan avluya girilmektedir.

Molla Bahaddin Mescidi, halk arasında “Kozlu Camii” diye anılır. XVI. yüzyıldan kalma olduğu bilinen bu yapı, İzzet Paşa Caddesi’nin kuzeyinde, aynı adı taşıyan mahallededir. Düzgün dışçizgilere sahip olmayan bu mescit, basit görünümlü bir yapıdır. Bazı yerlerinde kesme, diğer kısımlarda moloz taş kullanılmıştır.

Diyarbekir‘de Osmanlı dönemi medreselerinin büyük çoğunluğu yıkıntı halindedir.

Ali Paşa Medresesi, 1534-1537 yılları arasında Hadım Ali Paşa tarafından yaptırılmıştır. 20,5×54 x 1896 metre ölçüsündedir. Dikdörtgen avlunun doğu ve batısına sıralanan tek katlı, önü eyvanlı beşer odayla avlunun güneyini çevreleyen yarım sekizgen planlı bir açık eyvan dersaneden oluşur. Mihrabı, bir dörtgen niş içine yerleştirilmiştir. Yarım sekizgen planlı mihrap, nişi üstte yarım daireli bir biçimde kapanır.

Diyarbekir’de bulunan Osmanlı dönemi türbelerden, mimarî eser niteliğini koruyan birkaç tanesi şunlardır:

Zincirkıran Türbesi, Nasuh Paşa Camii güneyinde Zincirkıran Ali Paşa tarafından 1559 yılında yaptırılmıştır. Tamamen kesme taşlardan özenle yapılan türbenin özellikle dış görünüşü siyah beyaz taşların sağladığı hareketli bir görünüme sahiptir.

Özdemiroğlu Osman Paşa Türbesi, Vali Özdemiroğlu Osman Paşa tarafından 1585 yılında yaptırılmıştır. Fatih Paşa Camii’nin batısındadır. Türbe, plan şamasıyla klasik Osmanlı mimarisinin XVI. yüzyılda ulaştığı türbe yapılarıyla sıkı bağlantılıdır. Yapıda bezemeye çok az yer verildiği halde, renkli taş sıralarının sağladığı değişik görünüş, türbeyi zengin göstermektedir.

İskender Paşa Türbesi, İskender Paşa Camii doğusunda, bahçe içinde bulunur ve İskender Paşa ahfadından Şair Yusuf Raif Efendi ile diğer bazı kişiler için yaptırılmıştır. Yan tarafı siyah beyaz taşlarla yapılmıştır.

Arab Şeyh Türbesi, aynı adı taşıyan camiin kuzeyinde, avlunun içinde, 1644-1650 yılları arasında, Kara Mustafa Paşa tarafından yaptırılmıştır. Türbe, bugğün camiin şadırvanı olarak kullanılmaktadır.

Sahabeler Türbesi,İçkale’de, Kale Camii bitişiğinde, Silahdar Mustafa Paşa tarafından 1631-1633 yılları arasında yaptırılmıştır. Bu türbede kalenin fethi sırasında şehit düşen se-habenin gömülü olduğu sanılmaktadır. Türbenin içi çinilerle bezenmiştir.

Anadolu’da Selçuklu İmparatorluğu’nun egemenlik yıllarında düzenli çalışan bir yol sistemi vardır. O devrin kullanılan bütün yollarında belirli uzaklıklara, yolun önemine göre, han ve kervansaraylar yaptırılmıştı. Çeşitli yönlerden gelen yolların birleştiği yer olan Diyarbekir ve çevresinde, birçok büyük kervansaray ve han vardır. Bugün ayakta olanların çoğu Osmanlılar döneminde yapılandır.

Deliller Hanı, Mardin Kapısı girişinde, sağda, Hüsrev Paşa tarafından 1527 yılında yaptırılmıştır. Siyah  beyaz kesme, moloz taş ve tuğladan yapılan bu yapı iki katlıdır.

Hasan Paşa Hanı, Ulu Camiin doğu girişi karşısında, ana caddede, Osmanı egemenliğinin üçüncü Diyarbekir Valisi Hasan Paşa tarafından, 1574-1575 yılları arasında yaptırılmıştır. İki katlıdır. İki renkli taş sıralarının yatay olarak kullanılması, yapıyı olduğundan da uzun göstermektedir.

Çifte Han, Hasan Paşa Hanı’nın güneyinde, Mardin kapısından gelen caddenin sağındadır. Kim tarafından yaptırıldığı ve yapım tarihi bilinmemekle beraber, XVI. yüzyıldan kalma Osmanlı yapısı olduğu kesindir. Yapının siyah kesme taşlarına karşılık, süslemesi sade başlıkların oturduğu sütunlar, beyaz taştandır.

Diyarbekir’de diğer yapıların yanı sıra, hamamların da büyük yer tuttuğu görülmektedir. 1869 yılında yayınlanan “Diyarbekir Salnamesi”nüe hamamlar hakkında oldukça ayrıntılı bilgi verilir. Günümüze yıkık da olsa kalabilen hamamlar şunlardır: Suakar Hamamı, Mirza Hamamı, Yeni Kapı Hamamı(1882 yılında yaptırılmıştır), Maristan Hamamı, Kürtler Hamamı (1516-1520) yılları arasında yaptırılmıştır), Melek Ahmed Paşa Hamamı(1564 -1567) yılları arasında yaptırılmıştır),Çardaklı Hamamı, Hüsrev Paşa Hamamı, Behram Paşa Hamamı.

Diyarbekir sokaklarında sık sık görülen. yapılardan biri de çeşmelerdir. Kentin gördüğü çeşitli devirlere ait bu çeşmelerin büyük bir çoğunluğu günümüze kadar kalabilmiş Osmanlı dönemi yapılarıdır. 1874 yılında Diyarbekir’de yayınlanan bir salnamede 130 kadar çeşmenin varlığından söz edilmektedir. Bunlar iki grupta toplanmaktadır. Birincisi bakımsız çeşmelerdir. Bu tip çeşmelerin en güzel örneklerinden biri İçkale’de kemerli bölümü geçince karşımıza çıkan çeşmedir. Halk arasında iç kale Çeşmesi veya“Aslan Çeşme” diye anılır. Üzerinde kitabesi yoktur. Çeşmenin musluk bölümü basık bir kemerle içeri çekilmiş, içerde tekrar dilimli bir kemere yer verilmiştir. Çeşmeye musluk yerine bir aslan heykeli konmuştur, su bu aslanın ağzından akmaktadır. Kesme kara taştan yapılmıştır.

Mardin Kapısı’ndan çıkınca solda kalan ikinci önemli çeşme ise “Hatun Çeşmesi” veya “Hatun Kastalı”dır. Bu çeşme de kesme taştan yapılmıştır.İkinci türde çeşmeler, bir duvara veya bir yapının cephesine yerleştirilen çeşmelerdir. Bunun en eski örneklerinden biri, Zinciriye Medresesi’nin ön cephesindeki çeşmedir. Bir başka örnek de Örfizâde Tekkesi önündeki çeşmedir.

Meryem Ana Kilisesi

Meryem Ana Kilisesi

Diyarbekir on gözlü köprü

Diyarbekir on gözlü köprü

Diyarbekir

Diyarbekir

Diyarbakır'ın Tarihi Yerleri

Diyarbakır’ın Tarihi Yerleri

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Sayfa başına git