İstanbul

İSTANBUL

Roma (330-395), Bizans (395-1453), ve Osmanlı(1453-1922), imparatorluklarına başkentlik yapan İstanbul‘un adı,Osmanlı Devlet Arşivi (Hazine-i Evrak) belgelerinde Asitâne, Âsitane-i Saadet, Asbitane-i Âliyye, Belde-i Tayyibe, Dâr-ı Saadet, Dâr’us-Saltana,Dâr’us-Saltanat’il Âliye, Dâr-us Saltanat-us Seniyye, Dârül Hilâfe, Deriliye, Der-i Devlet, Der-i Saadet, Dersaadet, Konstantiniyye, Konstantiniyye-i Mahrusi diye geçer.

Tarihî kaynaklara göre; İstanbul şehrinin en eski adı“Buzantion” daha sonraki telaffuzlara göre “Byzantion”dur. M.Ö. 658 yılında, bugünkü Topkapı Sarayı’nın bulunduğu yerde bir şehir kuran Megara Kralı Byzas (Vizas)’ın adına izafeten bu adı almıştır. İstanbul’un bulunduğu yerlerin ilk ahalisi Hind-Avrupa aslından olup, Balkan Yarımadası’nın doğu kısmında yaşayan Traklar idi. Frigyalılar ve Misyalılar ise, Anadolu topraklarında yaşıyorlardı.

M.Ö. 340 yılında Makedonyalı Filip, M.Ö. 333 yılında da İskender tarafından kuşatılan İstanbul, alınamadı. 324 yılında Roma İmparatoru I. Constantînus tarafından şehir alındı m 325 yılında yeniden yapılmaya başlandı.MS. 330 yılında Roma İmparatortuğu’nun başkenti olan şehir Roma’nın ikiye bölünmesinden (395) sonra, bu kez Bizans’ın başkenti oldu. Haçlı ordusu tarafından 1204 yılında kuşatılarak alındı ve 1204-1261 yıllan arasında Latin İmparatorluğu’nun, 1261 yılında ise Bizans imparatoru Mikhael Paleologos‘un şehri almasıyla yeniden Bizans’ın başkenti oldu.

İstanbul, Avarlar, İslavlar, Bulgarlar, Ruslar, İranlılar, Latinler, Araplar ve Osmanlılar tarafından birçok kez kuşatılmıştır. Türk ve islâm tarihi bakımından ayrı bir önemi vardır, zira bu fetihle Müslümanların, dolayısıyla Türklerin en önemli ideallerinden biri gerçekleşmiştir.

Arapların seferleri (655): Güçlü bir donanmaya sahip olan Araplar, Mısır ve Suriye sınırından itibaren Rumlara karşı saldırılar düzenlemeye başladılar. Saldırılar İstanbul’un Çanakkale Boğazı’nın kuşatılmasıyla yeni bir boyut kazandı. Halife Osman devrinde Suriye Valisi bulunan Muaviye’nin düzenlediği sefer, bir deniz savaşı niteliğindeydi. Araplar bu savaşta Bizanslıları bozguna uğratmalarına rağmen, kesin bir sonuç elde edemediler.

Yezid ile Ebu-Eyyûb’un seferi (668-669): İmparator Konstans’a karşı isyan eden Saborios’a yardım etmek üzere Muaviye, 668′de Fadâlet İbni Ubeyd-il-Ensâri kumandasında bir kuvvet gönderdi. Ancak bu kuvvet yerine vardığında Saborios öldü, Bizans’ta gerginlik yatışmıştı. Muaviye, İstanbul’u kuşatmaya Yezid’i görevlendirdi. Araplar 669 yılı baharında İstanbul’u kuşattı, ancak kuşatmanın uzaması üzerine vebadan ve hummadan büyük kayıplar vererek geri dönmek zorunda kaldılar. Yezid ile birlikte İbni-Abbâs, İbni Ömer, İbn-üz-Zübeyr ve Ebu-Eyyûb Ansarîgibi İslam dünyasının önemli kişileri de İstanbul‘a gelmişlerdi. Bu sefer sırasında Ebu-Eyyûb Ansarîöldü ve vasiyeti üzerine surların hemen dışına gömüldü. Mezarı İstanbul’un fethi sırasında Fatih’in hocası Akşemseddin tarafından bulunarak, üzerine bir türbe ve bir cami yaptırıldı.(Eyûb Camii).

674-680 yılları arasında Araplar, İstanbul’u hedef alan sonuçsuz akınlar gerçekleştirdiler. Arap akınları Muaviye’den sonra da devam etti. 715 ve 717 yıllarında yapılan Arap akınları da başarısızlıkla sonuçlandı.

Emevîlerin imparatorluk başkentine karşı giriştikleri teşebbüsler Mesleme’nin seferiyle son buldu, fakat Anadolu akınları devam etti. Harunü’r Reşid’in (781) seferi Arapların İstanbul üzerine son seferleridir. Harun, Üsküdar’a kadar ilerlemiş ve şehri haraca bağlamış, sonuçta yine İstanbul alınamamıştır.

IV. yüzyılın ikinci yarısından XII. yüzyıl başlarına kadar çeşitli devirlerde doğudan batıya doğru geniş çapta üç büyük Türk akını oldu. Böylece Avrupa’ya gelen çeşitli Türk boylarının
tümü Bizans İmparatorluğu ile temas ettilerse de aralarında özellikle, dördü, İstanbul’u yakından tehdit etmek veya doğrudan kuşatmak suretiyle, gerek Bizans tarihi, gerek kendi tarihleri bakımından önemli sonuçlar doğuran olaylara sebebiyet vermişlerdir. Bu devletler sırasıyla, Hunlar (374-375 yılları seferleri), Avarlar (558 ve 616, 626), Bulgarlar (811), Peçenekler‘dir.(XI. yüzyıl akınları).

Osmanlı kuşatmaları: Osmanlılar XIV. yüzyıl boyunca İstanbul’la sürekli ilgilendiler. Orhan Bey ve I. Murad devirlerinde surların önüne kadar gelen kuvvetler, 1340 yılında İstanbul kapılarına dayandı. Buna karşı koymak amacıyla Bizans İmparatoru, Aydın Bey tarafından gönderilen 4 bin Türkmeni hizmetine almıştı. Orhan Bey, kayın pederi VI. loannes Kantakuzenos, (1341-1355) ile barış içinde yaşadı. Orhan Bey zaman zaman ordusuna İstanbul önünde geçit resmi yaptırmış, 1375 yılında şehir I. Murad tarafından zapt edilmek tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir.

İstanbul‘un alınması için ilk güçlü kuşatma Yıldırım Bayezid tarafından gerçekleştirildi. Kosova Zaferi’nden sonra Balkan devletleriyle anlaşma yoluna giden Yıldırım Bayezid, İstanbul’a karşı sert bir politika izlemeye başladı. 1391 yılında İstanbul surlarına kadar bütün Bizans köylerini zapt etti, İstanbul’u kuşatarak, 7 ay süren bu kuşatmada surları, karadan ağır bir baskı altında bulundurdu, İstanbul’un Haliç ile olan bütün ulaşım ve haberleşmesini de kestirdi.

Bayezid‘in ikinci kuşatması Çandaroğlu Ali Paşa ve Paleologoslardan VII. İoannes’in de katılmasıyla oldu. 1395 yılının yaz ayları boyunca devam etti. Padişah, Gelibolu‘dan gelen gemilerin de kuşatmaya katılmalarını emretti. Fakat kale yıkan toplar henüz kullanılmadığından, kuşatmanın sonucu alınamadığı gibi, denizden başlatılan kuşatma da başarılı olamadı.

1396 Eylül’ünde Haçlılar’ın yenilgisiyle biten Niğbolu Zaferi’nden sonra Bayezid, İstanbul’u almaya kesin olarak karar verdi. Önce Timurtaş Paşazade Yahşi Bey’i Şile’yi almakla görevlendirdi ve Boğaziçi’nde Güzelcehisar’ı (Anadoluhisarı) yaptırdı. Bundan sonra II. Manuel‘den şehrin hemen teslimini istedi, istek reddedilince, İstanbul kuşatması yeniden şiddetlendi (1397). Her ne kadar, Venedik, Papa, İngiltere ve Aragon kralları ile Rus Çarı’ndan yardım görüldüyse de, bunların İstanbul’u kurtarmaya yetmeyeceğini anlayan II. Manuel, durumu kurtarmak için iki çareye başvurdu. Önce Türkler tarafından sevilen VII. bannes’i saltanata ortak ilan etti. Böylece halkı ve Osmanlı taraftarlarını kazandı. Sonra da İstanbul’da bir Türk mahallesi ile bir cami ve bir mahkeme kurulması isteğini kabul etti. Bayezid, anlaşmaya razı olarak kuşatmayı kaldırdı. Kuşatmanın kalkmasından sonra Göynük ve Taraklı Yenicesi’nden bir kısım Türkmen İstanbul’da iskan edildi. Kiliseden çevrilen bir cami kendilerine verildi. Ancak Ankara Muharebesinden (1402) sonra bu halkın İstanbul‘dan çıkarılarak, Tekirdağ civarına gönderildikleri ve XVI. yüzyılda orada kurdukları“Göynüklü” Mahallesinde yaşadıkları bilinmektedir.

istanbul boğazı

istanbul boğazı

Bayezid devrinde son İstanbul kuşatması 1400 yılında II. Manuel ile Boucicaut‘un, Padişah’ın doğu seferinde bulunduğu sırada Şile’yi ve İstanbul-İzmit arasındaki bazı kaleleri zapt etmelerine karşılık başladı. Ancak yaklaşan Timur istilası üzerine, bu girişim de sonuçsuz kaldı.

Bayezid‘in ölümünden sonra oğlu Musa Çelebi, babasının önceleri Bizans’a karşı izlediği siyaseti tekrarlamak isteyerek, 1411 yılında Bizans’ı kuşattı. Musa Çelebi de babası gibi, İstanbul’u karadan ve denizden kuşatmak isteyerek, bir donanma kurdu. Fakat deniz kuvveti, Yassı ada yakınında yapılan bir çarpışmada yenildi. Ote yandan, II. Manuel, çevredeki köyleri yakmış, halkışehrin içine toplamıştı. Musa Çelebi ortağını kara surlar karşısındaki bir tepe üzerinde ‘(Fatih devrinde Otağtepe) kurdu. Kaledekilerin yaptığı bir çıkış hareketi sırasında Bizans hazinedarlarından Lukas Notaras’ın kardeşi Türk kuvvetlerinin eline esir düştü. İmparator, durumun önemini anlayarak Bursa’da bulunan Çelebi Mehmed ile anlaşmak istedi. İstanbul’a gönderilen Gebze Kadısı Fazlullah ile bir anlaşma yapıldı. Musa Çelebi, tüncügez’de kardeşi Çelebi Sultan Mehmed‘i yendi, fakat İstanbul kuşatmasına devam edemedi. Karadan İstanbul’u kuşatan kuvvetlerini geri çekmek zorunda kaldı. II. Murad devrinde İstanbul, altıncı kez kuşatıldı. Bu kuşatma öncekilere göre çok daha çetin ve zorlu oldu. 24 Ağustos 1422’de yapılan kuşatmada, Bizans kuvvetlerinin etkin ve başarıyla karşı koymaları üzerine kuşatma kaldırıldı.

II. Murad bir daha İstanbul’u kuşatmadı, İmparator II. Manuel‘in yerine geçen İmparator VIII. loannes Paleologos ile bir anlaşma imzaladı.(22 Şubat 1425). Buna göre, imparator yılda 300 bin akçelik bir vergi ödeyecek, fakat Misivri, Terkos gibi yerleri ve Vardar bölgesini muhafaza edecekti.

II. Murad, 3 Şubat 1451 günü Edirne’de ölünce, 18 Şubat 1451′de yerine geçen büyük oğlu II. Mehmed, İstanbul’u almak için çalışmalara başladı. Bizans’ta bir süre önce saltanat değişikliği olmuş, ölen imparatorun yerine oğlu Drageses (Dıraçlı) diye de ün kazanan XII. Konstantlnos Paleologos geçmişti .(6 Kasım 1449). Bu sırada Bizans imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu’nun gittikçe genişlemekte olan topraklan arasında sıkışıp kalmıştı. Bütün imparatorluk, Marmara kıyısındaki Silivri Kalesi. Vize ve Misevri gibi bazı kasabalarla istanbul’dan ibaretti. Silivri, Vize gibi kaleleri Bizans elinde tutuyordu. Çünkü şehrin karnını doyuracağı tarım ürünleri Trakya’nın bu kesiminden elde edilebiliyordu. Bu kaleler, Trakya Rum köylüleri için sığınak idi.

II. Mehmed tahta çıktığında en büyük düşüncesi İstanbul’u almaktı. Ona göre Anadolu ve Rumeli ancak bu yolla birbirlerine bağlanabilirdi. Padişah tahta çıkışından sonra Bizanslılarla ilk temas, Edirne’ye tebrik için gelen XII. Konstantinos’un elçileriyle yapıldı. Daha sonra Şehzade Orhan için verilen verginin artırılması konusunda bir Bizans elçisi geldi.
Bizans’ın Fethi (6 Nisan 1453-29 Mayıs 1453)

Fatih, İstanbul’u alma kararını Karaman Seferi’nden dönüşünde aldı. İlk iş olarak ordusunda kuvvetli bir topçu sınıfı kurdu. Çeşitli büyüklükte yüzlerce top döktürttü. Karadeniz ve Akdeniz boğazlarını kapatmak için önce Akdeniz Boğazı’nda karşılıklı iki kale yaptırarak Akdeniz Boğazı’nı kapadı. Sonra Karadeniz Boğazı için de Yıldırım Bayezid‘in yaptırdığı Güzelcehisar’ın (Anadolu hisarı) tam karşısında, Boğazkesen Hisarı’nı(Rumelihisarı) yaptırdı. Gelibolu’da bir tersane kurarak, donanmasını hazırladı.

Rumelihisarı‘nın yapımı sırasında arazi yüzünden birtakım çatışmalar çıktı. Damad İsfendiyarzade Kasım Bey’in hayvanları Bigados Kulesi civarında otlarken, tarla sahibinin müdahalesi üzerine çıkan bir çatışmada iki taraftan çok kişi öldü ve yaralandı(Haziran 1452). Bunu haber alan Fatih, Yeniçeri Ocağı’nın Ağa’dan sonra gelen büyük âmiri Kul Kethüdası’na yanına yeter sayıda asker alarak bu köylüleri cezalandırmasını emretti ve bu emri yerine getirildi. Bu olay üzerine imparator muharebeden kaçınmanın mümkün olmadığına hükmederek, İstanbul
surlarının kapılarının örülmesini emretti. İstanbul’da bulunan Türkler tutuklandı, fakat üç gün sonra serbest bırakıldı. Dukas’ın yazdığına göre İmparator, Fatih nezdine sefirler gönderdi ve kendisine; Madem ki ne aramızda akdedilen sulhun kutsiyeti ve ne de size olan hürmetim, sizi harb arzularından vazgeçiremiyor; bütün ümitlerim Cenab-ı Hak’tadır. Eğer irade-i ilâhiye, bu şehrin size verilmesine matuf ise buna kimse mâni olamaz. Eğer o size sulh his ve arzuları ilham ederse, bunu bütün kalbimle kabul edeceğim. Bana gelince, ben şehrin kapılarını kapalı bulunduracağım ve oradaki halkı bütün kuvvetimle müdafaa edeceğim dedi.Fatih, bir savaş ilanı olan bu mesajı kabul edip, Bizans İmparatorluğu ile harb halinde olduğunu ilân etti.

Fatih, İstanbul kapılarının kapanması suretiyle savaşın başlamasından sonra, Rumelihisarı’nın inşaatının bitmesine kadar o bölgede kaldı. 28 Ağustos 1452‘de, Rumelihisarı’ndan hareketle 10 bin süvari ile İstanbul önüne geldi. Maiyeti ile beraber bütün surları, müstakbel top mevzilerini, saldırışeklini inceledi. Bu suretle iki gün kale önünde kaldıktan sonra 1 Eylül 1452’de Edirne’ye hareket etti. Donanma da Gelibolu üssüne döndü. Fatih, İstanbul surlarını inceledikten sonra daha önceki kuşatmaların neden başarılı olmadığını inceledi ve şu sonuca vardı: 1- Kaleyi karadan ve denizden kuşatmak lazımdı; 2- Surları yıkacak kudrette bir topçu kuvveti gerekliydi. Denizden kuşatmak için gerekli donanma, Baltaoğlu Süleyman Bey yönetiminde Gelibolu tersanelerinde vesair yerlerde hazırlanmıştı. Topçu sınıfını ve yeni top dökme işini Fatih, top mühendisi olan Saruca Bey ve Mimar Muslihiddin’e verdi. Bu sırada Orban Urbanı) adlı Macar bir top dökücü mparator’un takdirsizliğinden ve kendisine verilen çok az ücretten dolayı üzülerek şehri terketmiş ve Fatih’e başvurmuştu. Fatih, kendisine hil’at giydirdi, yüklü de bir maaş bağladı. Böylece Macar top ustası, Saruca ve Muslihiddin Bey’lerin maiyetine verildi ve Şahî denilen büyük topun yapımına başlandı. Ancak bu dökülen top hatalı olması sebebiyle işe yaramadı. Bunun üzerine, bundan sonra daha büyük topyapımınabaşlandı. Bazı kaynaklara göre Küçükçekmece’de hazırlanan topun talim atışında 1848 metre gibi bir menzil uzaklığı bulunan top düştüğü yerde de büyük bir çukur açmıştı.

Fatih, bütün 1452-1453 kışını kuşatma hazırlıklarıyla geçirdi. Bilgi almak amacıyla, İstanbul’dan gelen tüccarları sorguya çekiyor, İstanbul’a casuslar gönderiyordu. Diğer taraftan askerî bilgi ve deneyimi olanlarla sürekli görüşmelerde bulunarak, kuşatmanın ayrıntılarını saptamaya çalışıyordu. Kuşatma başlamadan önce Galata Cenevizlileri, Edirne’de bulunan Sultan nezdine bir heyet göndererek, sadakatlerini ve mevcut ittifak anlaşmasının yenilenmesini rica ettiler. Fatih bu talebi kabul etti. Buna karşılık kendilerinden şehre yardım etmemeleri istendi. Onlar da bunu vaadettiler.

Bu arada imparator Konstantinos da bütün kışı savaş hazırlıkları ile geçirmişti. Surların zayıf noktalarını onartmış, surun iç taraflarını kuvvetlendirerek, hendekler temizletilmiş, kapılar ördürülmüş, tali kapılar hazırlatılmış, burçlar arasındaki siperler düzeltilmiş, cephane vesair malzeme ile şehrin 6 aylık iaşesine yeter derecede erzak biriktirilmişti. Yiyecek maddeleri ve etlik hayvanlar şehre nakledilmişti. Adalar tahkim edilmiş, Mora despotlarına başvurularak, kendilerinden yardımcı kuvvet ve buğday istenmişti. Cenevizliler, Fatih’le olan anlaşmalarını yenilemekle birlikte İmparator’a kendisini desteklemeyi vaad ettiler ve İçinde 500 asker bulunan büyük bir gemi göndereceklerini bildirdiler, imparator 26 Mart 1453‘te Venedik’e bir sefir göndererek, Fatih’in savaş hazırlıklarından Cumhuriyetlere bilgi verdi. Ayrıca Avrupa hükümetlerine murahhaslar gönderen imparator, onlardan yardım istedi ve Doğu ve Batı kiliselerinin birleşmesi konusunu ele aldı.

Bunun üzerine 11 Kasım 1452‘de Yerolimo Morosini komutasında bir kadırga Karadeniz’den Boğaz’a girdi ve İstanbul’a geldi; 2 Aralık 1452’de Jacobo Cocco|nun kadırgası Trabzon’dan gelerek İstanbul’a girdi; Girit’ten yiyecek ve şarap yüklü 8 Venedik gemisi İstanbul‘a geldi; 12 Aralık 1452’de Kardinal İsodor ve Sakız Başpiskoposu Leonardo, yanlarında 50 mancınık çı ve ayrıca Sakız’dan sağladıkları 150 mefer ile yiyecek dolu bir Ceneviz kadırgası ile İstanbul’a geldi; 26 Ocak 1453‘te biri 1200 tonluk, diğeri 800 tonluk iki savaş gemisiyle beraberinde 400 zırhlı ve 300 diğer er ve birçok savaş aletleri olduğu halde Sakız Cenevizlilerinden Giovanni Glustiniani İstanbul’a geldi. Giustiniani, İmparator tarafından kabul edilip, kendisi başkumandanlığa getirildi; Giustiniani’nin kadırgaları ile beraber Maurizio Conteano komutasında 2 Sakız gemisi de geldi.

Çeşitli devletlerden gelen yardım kuvvetleriyle Bizans savaş gücü 300 bin kişiyi bulmuştu. Gemi olarak Ceneviz, Venedik Flantenelta Bizans ve diğer müttefiklerden gelenlerle birlikte toplam 39 gemi vardı. Bunların içine 20 Nisan‘da Akdeniz’den gelen 3 Ceneviz ve bir Bizans gemisi dahildi.

İstanbul‘un fethine katılan Türk ordusu şu sınıflardan oluşuyordu: 12 bin Kapıkulu piyadesi; 2 bin 400 Kapıkulu süvarisi, 2 bin topçu, cebeci, humbaracı, 20 bin azap, 40 bin Anadolu ve Rumeli vilayetleri askerleri olmak üzere toplam 76 bin 400 asker. Karaman, Teke, Aydın, Menteşe, Saruhan bölgeleri askerleri ve isfendiyaroğlu Kasım Bey muhasaraya katılmışlardı. Sırp Kralı Georgi Brankoviç, Fatih’in talebi üzerine bir süvari kuvveti ve bir miktar lâğımcı göndermişti. Cihad ilanı üzerine orduya, maiyetlerindeki mevcutlarıyla katılan Akşemseddin, Molla Güranî, Molla Hüsrev, Kara Şemseddin-i Slvasî gibi din adamları vardı. Şehrin alınmasını sağlayan Türk topçusu, ağır top ve muhtelif çapta bataryalardan oluşuyordu. Kuşatmaya katılan Türk donanması, Baltaoğlu Süleyman Bey komutasında 12 kadırga, 70 kalite ve 20 küçük gemiden mürekkepti. İstanbul kuşatmasında kullanılan harb donanmasından başka ayrıca Karadeniz’den mermi yapmak üzere granit taşı vb. yüklü 300 kadar taşıt gemisinden oluşan bir filo da gelmişti. Edirne’den hareketle İstanbul’a gelen (5 Nisan 1453) Türk ordusu, surların 2.5 mil uzağında ordugâh kurdu. 6 Nisan Cuma günü ordu, surlara 4 saat (756 metre) kalıncaya kadar yaklaştı.

Türk ordusunun kuşatma düzeni şöyleydi: 1- Sağ kanatta Anadolu Ordusu komutanı Beylerbeyi İshak Paşa ve Mahmud Paşa’nın bölgesi, Yaldızlı Kapı’dan Topkapı’ya kadardı;

a) Yedikule civarı: Şair Ahmed Paşa kuvvetleri (sonradan Karaman birlikleri de katıldı)
b) Silivrikapı’da bulunan kuvvetler
c) Mevlevihane Kapısı: Adnî Mahmud Paşa kuvvetleri (sonradan bu kuvvetlere Aydın bölgesi kuvvetleri de katıldı)
2- Merkez’de Top kapı Edirne kapı bölgesinin Edirnekapı dışında kalan bölümündeki asıl taarruz cephesi. Topkapı bölgesi, Karaman Mehmed Bey yönetimindeydi. Fatih, Sadrazam Halil Paşa ve bütün Kapıkulu birlikleri de bu bölgede bulunmaktaydı.
3- Sol kanat: Rumeli Ordusu Beylerbeyi Karaca Bey bölgesi, Edirnekapı’sı dahil Halic’e kadar olan bölgedeydi;
a) Edirne kapısı ve civarı: İsendiyaroğlu Kasım Bey tarafından;
b) Eğri kapı ve civarı: Hersekzâde Ahmed Paşa kuvvetleri bulunmaktaydı.
4- Yedek: Ordu gerisinde ve Rumeli’den gelecek bir tehlikeyi önleyecek şekilde mevzilenmişti.
5- Beyoğlu bölgesi: Komutanı Zağanos Mehmed Paşa idi. Beyoğlu sırtlarından Kasımpaşa’ya kadar olan bölgede, Haliç ve limanın Galata’dan Ayvansaray’a kadar olan kısmı da bu kuvvetler tarafından denetleniyordu. Karargâhı Okmeydanı’nda olan Zağanos Mehmed Paşa, ayrıca Hasköy ile karşı kıyı arasında köprü kurmakla da görevlendirilmişti.
6- Genel karargâh: Padişah’ın altın sırmalarla süslü, kırmızıçadırı genel karargâhtı. Topkapı’da Tekfur Sarayı’nı ve civarını en iyi şekilde görecek bir tepe üzerinde kuruldu. Burası, Fatih’in babası tarafından da daha önce karargâh olarak kullanılmıştı. Bugünkü Maltepe Hastanesi’nin bulunduğu yerdeydi. Otağı Hümâyûn’un etrafında Kapıkulu birlikleri, o zamanın âdetine göre hâle şeklinde yer almışlardı. Merkezde Yeniçeri piyadesi, Kapıkulu süvarilerinden sağda sipahi ve sağ ulufeciler ve garipler, solda silahdar ve sol ulufecilerle garipler bulunurlardı. Merkez hattının önünde topçular mevzilenmişti. Karargâhın etrafına bin hendek kazılmış ve şarampollerle tahkim edilmişti.

Kuşatma sırasında topçu birlikleriyle büyük toplar, Vlaherna Sarayı Edirne kapısı Topkaprnın karşısında, en büyük top İmparator’un yeni onarttığı Edirnekapı bölgesinde, daha sonra Top kapı önüne taşınmıştı. Bu topun her iki tarafında iki adet 150 librelik (7 kilo) gülle atan 2 top konmuştu. Toplar için mevziler ve mancınıklar için atış yerleri hazırlandı. Domuz damları kuruldu, lağım muharebesi yapılacak yerler belirlendi.

istanbul

istanbul

Bizans imparatoru 2 Nisan’da, zincirin gerilmesini emretti. Bu zincir ilk kez 718 yılında İmparator III. Leon tarafından Arapların İstanbul’u kuşatmaları sırasında kullanılmıştı.

6Nisan’dan 11 Nisan’a kadar Türk ordusu kuşatma tertiplerini tamamladı. 11 Nisan’da topçunun mevzilerine yerleştirilmesi ve batarya mevzilerinin tahkimi işi bitirildi. 9 Nisan’da Bizans müttefik donanması, zincir hattı gerisinde, 10 büyük gemi Amiral Antonio’nun komutasında olduğu halde mevki aldı. Kuşatma başlamadan önce, Fatih, Vezir Mahmüd Paşa’yı sefaretle kaleye gönderdi ve İmparator’dan kalenin teslimini istedi, ancak teklif reddedildi. Bunun üzerine 12 Nisan’da kalenin muhasara topçusu ile bombardımanına başlandı. Donanma da 12 Nisan 1453’te İstanbul önüne geldi. Diplokionion’da (Kabataş) demirledi. Bu donanmanın kalenin çok yakınından geçişi, Bizans’ın moralini bozdu. Top atışları sağırdı. Büyük toplar günde en çok 7-8, gece 2 kez ateş edebiliyordu. Öteki toplar ise aralıksız ateş ediyordu. Kuşatmanın 10. günü kızan büyük toplardan biri patladı. Civardaki insanların çoğunu öldürdü. Bunun üzerine Fatih, topların her atıştan sonra yağlanmasını emretti. Gerekli olan yağ, Galata’daki Cenevizlilerden sağlandı. Bombardıman, şehir halkının moralini bozmuştu. Buna rağmen her gece muharipler, kadın, erkek, çocuk, açılan gediklerin, yıkılan surların onarımına çalışıyorlardı.

18 Nisan’da yeni bir saldırı başladı. Yapılan bombardıman sonucunda Bayrampaşa Deresi bölgesinde, ön surun bir bölümü ile iç surun iki burcu yıkıldı. 18 Nisan taarruzu devam ederken, Fatih, donanmasına da liman ağzını kaplayan zincire hücum ve zorla limana girme emrini verdi. Ancak, burada düşmanın gemilerinin karşı koyması sonucu demir yerine çekilmek zorunda kaldı. Fatih, Haliç’te bulunan düşman donanmasını yok etme yollarına koyuldu ve bunun için donanmanın bir bölümünü karadan Halic’e indirmeye, bunlarla Haliç surlarını tazyike, yapılmakta olan inşaatını temine ve Haliç’te müttefik donanmayı iki taraftan baskı suretiyle işe yaramaz hale koymaya karar verdi. Hazırlıklara 19 Nisan’da başlandı. Papa tarafından İstanbul’a yardım için gönderilen üç Ceneviz gemisinin imha edilmesi Baltaoğlu Süleyman Bey’e emredildi. Baltaoğlu, 18 gemi ile yola çıktı. Bir yardımcı filonun geldiği haber alınınca başta imparator olmak üzere şehir halkı Marmara surlarına çıkmışlar ve cereyan edecek olan savaşı seyre hazırlanmışlardı. Fatih de maiyeti ile birlikte Zeytinburnu’na gitmiş ve sonucu beklemeye başlamıştı. İki donanma sabah saat 10.00’a doğru Yeşilköy’ün batısı açıklarında karşılaştı. Düşman gemileri göğe sınıfından yüksek bordalı, büyük gemilerdi, ilk çarpışmada, Türk Donanmasıçekilmek zorunda kaldı. Bu durumu seyreden Fatih, atını denize sürerek, kendilerini yeniden saldırıya şevketti ve gemidekiler yeniden saldırıya kalktılar. Yedi kule önlerinde yeniden savaş başladı. Türk denizcileri müttefik gemilerini sıkıştırdıkları bir sırada çıkan lodostan yararlanan gemiler Türk gemilerinin arasından geçerek Marmara kıyısındaki şehir limanlarından birine çekilmeyi başardılar. Türk Donanması da demir yerine döndü. 20 Nisan’da İstanbul’a yardım için gelen düşman filosuna yapılan saldırının başarılı olamaması üzerine, Fatih, Baltaoğlu Süleyman Bey’i görevinden azlederek yerine Hamza Bey’i atadı. Bundan sonra toplanan savaş meclisi durumu görüştüyse de başta Zağanos Paşa olduğu halde diğer komutanlar kuşatmanın devamını istediler. Bunun üzerine donanmayı Halic’e indirmek için hazırlıklar yeniden gözden geçirildi. Bu görev usta mühendis ve gemicilere verildi. Donanmanın nakline 21 Nisan’da hız verildi, 22 Nisan’da bütün hazırlıklar tamamlandı. Aynı günün akşamı, ortalık karardıktan sonra beşik şeklinde hazırlanan kızaklar denize indirildi. Tecrübe için iki küçük gemi bu kızaklar üzerine bağlandı. Gemiler halatlarla karaya çekilerek kızak üzerine oturtuldu. Makara ve borcurgatlara insan ve hayvan koşularak bu iki hafif gemi Halic’e nakledildi, bu denemenin başarılı olduğu görüldü, bundan sonra diğer gemilerin nakline başlandı. Bir gecede Kasımpaşa’ya 10-15 gemi indirildi. Cenevizliler başlarında Cocco olduğu halde, Haliç’te Türk gemilerine saldırdılarsa da, Türk Donanması’nın başarısıyla sonuçlandi (28/29 Nisan).

Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra surlara üçüncü kez saldırı başladı ve ilk harekette 13 Mayısla bombardımanlar başladı. 16 Mayıs’ta Türk Ordusu lağım muharebelerine girişti. Surun yarım mil kadar uzağından açılmaya başlayan bir lağım, surun altına kadar ilerletildi. 18 Mayıs’ta Türk Ordusu gece inşa edilmiş olan müteharrik kuleleri cepheye sokarak bunlarla surları yıkmaya ve şehre girmeye çalıştılar. Gerek açılan lağımlarla, gerekse kurulan kulelerle düşman surlarına büyük gedikler açılmaya başlanıldı. 25 Mayıs günü, kuşatmanın en müthiş günlerinden biri oldu. Topçu ateşi aralıksız sürdü. Şehrin surları bir ok yağmuru altında idi. Bundan sonra Fatih, komutanları toplayarak olumlu bir sonuç alamamanın sebeplerini araştırdı. Sadrazam Halil Paşa, kuşatmanın kaldırılmasını istediyse de, Zağanos Paşa bir genel saldırıya geçilmesini teklif etti. Bu teklif, Turhan Bey, Akşemseddin, Molla Gürani tarafından desteklendi. Ayrıca yardım için Venedik Donanması’nın da yaklaştığı haberi gelmişti. Bunun sonucu olarak 29 Mayıs 1453 günü genel hücuma karar verildi. 16-17-26-27 Mayıs günieri sürekli kaleleler bombalandı. Ancak, 29 Mayıs genel hücum günü beklenmekteydi. Fatih, bir Macar yardımcı ordusunun gelmekte olduğu hakkındaki haberlerin yanlışlığını ve büyük bir Venedik Donanması’nın yola çıktığı ve Sakız’a geldiği hakkındaki şayianın asılsız olduğunu anladıktan sonra 29 Mayıs’ta kararı uygulamak üzere donanma komutanlarını, vezir, beylerbeyi ve yüksek rütbeli subayları toplayarak kendilerine emirlerini tebliğ etti. Bundan sonra komutanlarına hücum emri verdi.

Hamza Bey’in emrinde bulunan donanma, Marmara Denizi kıyısındaki surlarla ok menziline kadar yaklaşacak, ok, tüfek ve top ateşiyle surlar üzerindeki savunucular sıkıştırılacak, düşman erlerinin başka cephelere yardım için gitmelerine meydan verilmeyecek, bazı noktalarda gemiler kıyıya yanaşarak zırhlı erleri karaya çıkaracaklar ve bunlar merdivenlerle kaleye çıkmaya çalışacaklardı.

Zağanos Paşa kuvvetleri, Halic’in iki kıyısını bağlayan köprüden geçerek Haliç surlarına saldıracak ve bu konuda Haliç’teki Türk filosundan yardım görecek; Karaca Paşa komutasındaki Rumeli ordusu hendeği geçerek dere kenarındaki surun yıkık bölümüne yaklaşarak orada savunucuları etkisiz duruma getirecek ve sura çıkarak şehre girmeye çalışacaktı.

İshak Paşa ile Mahmud Paşa, her biri kendi alaylarını alarak hendeği aşacaklar üçüncü tâli kapısının sigma g yanındaki surlara çıkmaya çalışacaklar ve bu hareketlerini kemankeşler, topçular ve tüfekçilerle himaye edeceklerdi.

Saruca ve Halil Paşa kuvvetleri kendi alaylarıyla padişahın kuvvetlerinin iki yanında yer alacaklar, surun yıkılmış olduğu noktadan (Topkapı kuzeyindeki büyük gedik) Fatih’in, doğrudan doğruya komuta ettiği kuvvetlerin surun üzerine çıktığını, İtalyanların yenildiğini ve kuvvetlerin şehre girmek için yola çıktığını gördükleri anda, kendi karşılarındaki düşman kuvvetlerini şiddetle vuracaklar ve bunların asıl hücum noktasındaki kuvvetlere yardım etmesini önleyeceklerdi. Fatih, bundan sonra komutanlarına derhal birbirlerinin yanlarına gitmelerini, maiyet subaylarına ve birliklerine emirlerini tebliğ etmelerini, daha sonra dinlenmelerini emretti. Türk Ordusu’nun saldırıya karar vermiş olduğu şehirde duyuldu. Halk, şehirden kaçmaya başladı. 28 Mayıs günü Türk Ordusu için umumî saldırı hazırlık günü idi. Sabahtan akşama kadar surların önünde 200 merdiven, taş, mazgal yerine kullanılan içi toprak dolu fıçıları ve çuvalları yerlerinden sökmek için uzun çengeller, merdivenle sura tırmananları korumak için büyük kalkanlar, hendekleri doldurmak için demetler ve sayısız ok hazırlandı. Topçu ateşi aralıksız sürdü. Ateş Topkapı’daki Lykos vadisine inen sırt üzerindeki gedik mahallinde yoğunlaştırıldı. Gedik büyütüldü. Fatih, maiyeti ile birlikte Diplokionion’a gitti. Donanmaya saldırışeklini emretti. Daha sonra Silahtarağa’dan dolaşarak surların önüne geldi. Haliç’ten Marmara’ya kadar olan bütün cepheleri gezerek, gedik yerlerini inceledi, birlikleri denetledi. 20 Cemazielahir 857’de Salı günü(29 Mayıs 1453)Türk birlikleri daha önce kararlaştırılan savaş düzeni ve planlara göre saldırıya geçtiler. Taarruz ile beraber ordunun bütün mehterhaneleri, harp havası çalmaya başladılar. Hücum kolları“Allah, Allah” sedaları ile surlara saldırdılar. Asıl saldırı bölgesi, Topkapı’nın 350 metre kuzeyinde ve 71 numaralı burç ile 73 numaralı burç arasında açılan gediğe karşı yapılıyordu. Tâli kuvvetler Topkapı güney bölgesine Silivrikapı civarına, gediğin kuzeyine saldırarak muhafızları tespit edeceklerdi. Birinci saldırı hafif silahlı birlikler tarafından yapıldı. Bu saldırıda surun bir bölümü tahrip edilmişti. İkinci saldırı iyi donatılmış, kargı ve kalkanları olan Anadolu piyadesi tarafından yapıldı. Askerler hendeği aşarak, dış surlara yaklaştılar ve merdivenleri dayayarak sura çıkmaya çalıştılar. Fatih, geride bu manzarayı seyrediyor, kendisi de zaman zaman cepheye yaklaşarak birlikleri teşvik ediyor, onları yeni birliklerle takviye ediyordu. Bu saldırıları topçu ateşi izledi ve açılan gedikten 300 kişilik bir kuvvet içeri girmeyi başardı. İshak ve Mahmud Paşalar da kendi maiyetleriyle birlikte Belgrad Kapısı’na karşı harekete geçtiler, fakat gedikten içeri girmeyi başaramadılar.

Fatih, bu saldırılarda savunucuların yorulduklarını fark ettiğinden son darbeyi vurmaya karar verdi. Bunun için yedek kuvvetlerle Yeniçerilere saldırı emrini verdi. Padişah, birlikleri bizzat hendeğe kadar şevketti. Saldırıyı himaye edecek olan okçuları ve tüfekli erat, sapancıları orada tutarak düşmanı bir atış baskısı altında bulundurmaları ve öteki birliklere de suru zapt emrini verdi. Bu atış baskısının en yüksek dereceye geldiği bir anda 12 bin Yeniçeri saldırıya başlama emrini aldı.

İmparator, bütün Bizans soyluları maiyetinde olduğu halde Topkapı surlarındaki mücadelelerde yer alıyordu. Bu saldırıda, Bizans’ın önde gelen birçok soylusu yaralandı veya öldürüldü. Hücum kollarının birinin başında bulunan Ulubatlı Hasan adlı iri yarı ve kuvvetli bir Yeniçeri, kalkanını sol eliyle başının üzerinde tutarak ve sağ elinde kılıcı olduğu halde, surun üzerine çıkmayı başardı. Otuz kadar arkadaşı da kendisini izledi ve bunlardan on sekizi aşağı düşürüldü. Yara almasına rağmen Ulubatlı Hasan I kalkanını siper ederek diğerlerinin de sura çıkmasına yardım etti. Sur savunucuları az olduğundan Ulubatlı Hasan’ın tırmanması önlenemedi. Ulubatlı Hasan’a büyük bir taşın isabetiyle aşağı yuvarlandı. Askerler şarampolü açtılar. İki sur arasındaki alana girdiler ve buradaki savunucuları geri püskürttüler, imparator yanında maiyeti olduğu halde Avarlar Kapası’na doğru gerilemek zorunda kaldı. Şehrin düşmeye başladığını anlayan birçok kimse Haliç’teki donanmaya yetişip canlarını kurtarmaya çalışıyorlardı, imparator, Türklerin şehre girmekte olduklarını ve artık hiçbir umut kalmadığını görünce canını kurtarmak için aynı yolu tuttu. Bu sırada Odun Kapısı’nın savuncusu olan Theophilos Paleologos da kaçarken İmparator’a rastlayıp Türklerin Haliç tarafından da şehre girdiklerini haber verdi, imparator, Zeyrek tarafında Bizans askerleriyle birlikte yukarı doğru çıkmakta olan Türk askerleriyle çarpışmaya başladı. Bu çarpışmada yaralanıp yere düşen bir askeri gözüne kestirerek ona saldırdı. Ancak, yaralı yiğit yerinden fırladı ve imparator’u bir darbede öldürdü. En önde bulunan müttefiklerin bir bölümü bu kapıdan şehre girdikleri ve kapıyı kilitlediklerinden dışarda kalan Bizanslı erler birbirlerini ezdiler veya Türkler tarafından öldürüldüler. Topkapı’ya doğru kaçanlar bu kapıyı da kapalı buldular ve büyük bir sıkışma sonucu öldüler. Bu arada burçlar üzerinde birbirini müteakip Türk bayraklarıçekiliyordu. Yeniçeriler, şarampol siperi yanındaki ilk burcu zapt ettikten sonra buraya Fatih’in bayrağını dikmişlerdi. Buradan aşağı inerek şehre girdiler.

Topkapı’nın ve daha sonra surların gerisinde ilerleyen Türk birliklerinin diğer kapıları açmaları üzerine Türkler bu kapıdan bir sel gibi şehre girmeye başlamışlardı. Kaçabilenler gemilere binerek uzaklaştılar, kaçamayanlar esir edildiler. Türk Ordusu’nun şehre girdiği haberi çok çabuk yayılmıştı. Şehir halkı geceyi kiliselerde dua ederek geçirmişti.

Padişah, öğleye doğru bütünüyle alındığını ve artık direnmenin kalmadığını öğrendikten sonra şehre girmeye karar verdi. Hükümdar maiyetinde vezirleri, beylerbeyi, ulema ve ümerası olduğu halde muhteşem bir alayla hareket etti. Alayın önünde hassa sekbanlar, etrafında solaklar, sağda alay elbisesi giymiş sipahiler, solda silâhtarlar yürüyordu. Bunlarla beraber yeniçeri ve diğer kapı kulu piyade ve süvarileri bulunuyordu. Fatih, kapıdan içeri girince bu zaferi kendisine bahsettiğinden dolayı Tanrı’ya şükür ve askerlerini tebrik etti. Şehrin büyüklüğü, güzelliği ve umumî binaların çokluğu ve azameti, padişah üzerinde büyük bir tesir yaptı. Alay, bu tarzda şehri geçerek Ayasofya’ya geldi. Fatih, mabedin kapısının önünde attan inerek içeri girdi. Maiyetinde bulunan imamlardan birine ezan okumasını emretti. Kendisi de ilk namazını kıldı. Bu suretle Ayasofya camie çevrildi. Fatih, camiin mimarî kıymetine zarar verilmemek şartıyte camie çevrilmesini ve ilk cuma namazının burada kılınmasını emretmişti.

Fatih ikinci gün tekrar şehre girdi, maiyeti ile beraber şehri gezdi, şehrin en güzel bir mevkii olan Bayezid’de şimdiki İstanbul Üniversitesi binasının bulunduğu yerde, kendisi için bir saray yapılmasını emretti. Bizans ricaline ait olan evleri kendi vezirlerine, komutanlarına ve maiyetine hediye etti. Fatih, şehre girdiği günden itibaren şehrin imar ve iskânını düşündü. Daha sonra ordusuna Okmeydanı’nda büyük bir ziyafet ve hediyeler verdi. İlk cuma namazını bir cami haline konmuş olan Ayasofya’da kıldı. Subaşılığa Süleyman Bey atandı ve surların tamiriyle, şehrin imarında görevlendirildi. Müsellem ve yaya beyleri doldurulan hendeğin temizlenmesi ve eski haline konması görevini aldı. Kadılığa Kadı Celâlzâde Hıdır Bey Çelebi getirildi.Fatih, İstanbul’da 20 gün kaldıktan sonra Edirne’ye döndüyse de İstanbul’un nüfusunun artırılması ile ilgilendi. Osmanlı İmparatorluğu halkından kim gelip kendi arzusu ile İstanbul’da oturmaya razı olursa, tuttuğu o mülke sahip olacaktı. Bunun ilan edilmesi üzerine birçok kişi İstanbul’a yerleşti. Ayrıca Mahmud Paşa, daha sonra Rum Mehmed Paşa, Karaman ve Konya ahalisinin bir bölümünü, 1470 yılında İshak Paşa, Aksaray halkını İstanbul’a naklettiler. Zağanos Paşa da Semendirek, Taşoz halkının bir bölümünü İstanbul’a getirdi. Fatih, bunlar için bedestenler, çarşılar, pazarlar, keransaraylar yaptırttı. Fakat yapılanlar da İstanbul’un iskânına yetmediğinden fethedilen Hristiyan ülkelerinden alınan esirler getirilerek istanbul etrafındaki köylere yerleştirildi ve arazi işlettirildi.

Fatih, İstanbul’un su işleri ile de uğraştı. Şehre getirilen sulardan bir bölümü halka ait çeşmelere, diğer bölümü Fatih Camii’ne ve saraya verildi. Ayasofya onartıldı ve bir minare eklendi, II. Theodosius zamanında 413 yılında yaptırılan kuleye 1350 yılında VI. Ioannes Kantakuzinos tarafından iki kule ilave edilmişti.

Surların imparatorların tören kapısı olan Altıkapı(YaldızlıKapı)’nın iki yanındaki ana kuleler (pylon)in iç yanına Fatih Sultan Mehmet tarafından üç kuleli bir duvar çevrilmek suretiyle bir iç kale, bir hisar haline getirilmiştir. Yedikule Hisarı böylece bir Türk kalesidir. Sadece dış araziye bakan tarafı Bizans’tır.

Şehrin imar hareketlerinin hızlandırılmasını emreden padişah, bir taraftan da Hristiyan halkla ilgilenip, kiliselerden bir kısmını onlara bıraktı ve II. Anastasios’tan boşalan patriklik makamına birinin seçilmesini emretti. Surlar onarıldı. Fetihten sonra imar hareketlerinin yanı sıra ticaret hayatının canlandırılmasına, şehrin bilimsel ve toplumsal hayatının geliştirilmesine çalışıldı. Bu amaçla başta padişah olmak üzere vezirlerde büyük çaba gösterdiler. Bu sayede kudretli olanlar, şehrin çeşitli semtlerinde cami, medrese, imaret, han, hamam, darûşşifa, bedesten vb. gibi binalar yaptırdılar. 1457 yılından sonra Edirne’de büyük zararlar doğuran yangından sonra Fâtih, İstanbul’u Osmanlı Devleti’nin saltanat merkezi yaptı. Büyük bir imparatorluğun başkenti haline gelen şehir, bundan sonra her bakımdan kalkındı. İstanbul’da Vefa adlı semtte, Şeyh Ebül Vefa için bir cami yatıran Fatih, şehrin dışında, eshabdan Ebu Eyyub El Ensarî için, ilk kez Fatih’in hocası Akşemseddin tarafından keşfedildiği söylenilen mezarı yanına İstanbul’un ilk selatin camii olan Eyüp Cami (1458-1459)’m yaptırdı. Daha sonra buna medrese ve imaret de eklenerek semt manevî bakımdan büyük önem kazandı. İki kule eklenerek “Yedikule” adıyla anılmaya başlanan yapı, devlet hazinesi olarak kullanıldı. Fatih, şehrin bir tepesi üzerinde Yeni Cami denilen Fatih Camii’ni (1463-1470) inşa ve etrafına da tabhane, darüşşifa ile Semaniye medreselerini kurdu. Fatih’in veziri Mahmud Paşa, kendi adına bir cami, medrese, imaret ve hamam inşa ettirdi. Gedik Ahmed ve Karamanı Mehmed Paşalar da bunun gibi sosyal kurumlar oluşturdular. İstanbul’un en işlek yerindeki Kapalı çarşı çekirdek bedestenleri etrafında zamanla meydana gelmiştir. Bitpazarı, Atpazarı ve bedesten yanında olan çarşı ve pazarlar da bu sırada kurulmuştur. Bundan başka Zeytinlik adı verilen yörede Top-kapı Sarayı(Saray-ı Cedid-i Amire) inşa edildi (1462 veya 1467-1478). 1472 yıiında tamamlanan Çinili Köşk de Fatih devrinde yaptırıldı.

Fatih zamanında İstanbul, biri sur dahilinde olmak üzere 4 kadılığa ayrıldı. Sur dahilindeki, istanbul kadılığı, Eyüp dolaylarındaki ve Büyükçekme-ce, Kûçükçekece ve Çatalca ile Silivri’nin dahil olduğu kadılık, haslar kadılığı(Havass-ı Konstantiniye), öteki kadılıklar Galata ve Üsküdar kadılıkları idi. Eyüp ile birlikte bunlara “bilâd-ı selise kadılıklar” denirdi. 1481 yılında Mısır’a karşı sefere çıkan Fatih, Gebze yolunda Sultançayırı’nda hastalandığı için İstanbul’da önemli olaylar meydana geldiyse de ayaklanan Yeniçeriler, ishak Paşa’nın çabasıyla bastırıldı. Yeniçeriler eski sarayda bulunan Şehzade Korkud Çelebi’yi (Baye-zid’in oğlu) babasına vekâleten tahta çıkardılar. Bu sıralarda istanbul’dan aldığı mektup üzerine yola çıkan Ba-yezid, Üsküdar’a geldi (20 Mayıs 1481), 22 Mayıs 1481 ‘de de tahta çıkan II. Ba-yezid devrinde istanbul’da belirli bir sükûn görülmekle birlikte, birbirini izleyen yangın, deprem ve sel gibi âfetler meydana geldi. II. Bayezid, 1501 yılından 1507 yılına kadar süren camii-ni (Bayezid Camii) ve civarında med-rese, mektep ve imaretini yaptırdı.

II. Bayezid devrinde en şiddetli deprem 14 Eylül 1509 günü başladı. 40 gün süren ve Küçük Kıyamet (Kıyamet-i Suğra) denilen depremde 109 cami, mescid, 1070 ev yıkıldı. Şehir içinde minare kalmadı. Surlar büyük tahrip gördü. Saray-ıâmire kapılarından bir bölümü de yıkıldı. Fatih Camii, darüşşifa ve imareti, Semaniye medreselerinden bazıları da zarar gördü. Karaman semti yerle bir oldu. Bayezid Ca-mii’nin kubbesi hasar gördü. Bayezid depremden sonra aldığı genişçaplı çalışma faaliyetleriyle şehri bayındır hale getirme yolunda büyük çaba harcadı.

Yavuz Sultan Selim devrinde, İstanbul’da çıkan büyük bir yangın, Çemberlitaş civarında bulunan Tavukpazarı’ndaki Atik Ali Paşa evkafına ait dükkanları kül etmiş ve Gedikpaşa Hamam ı’na kadar yayılmıştır. Mısır seferini başarıyla sonuçlandıran I. Selim Kahire’deyken Abbasî halifesi El-Mütevekkil Alallah Muhammed ile amcazadelerini ve bazı diğer kimselerle bilgin, mimar, mühendis ve zanaat sahibinden, Hristiyan ve Yahudi sanatkarlardan oluşan bin kadar Mısırlıyı İstanbul’a getirtti. Hıristiyan sanatkârlara istanbul’da Memlûk Sultanı Kansu Gavrî Medresesi’ne benzeyen bir medrese yaptırmak isteyen Yavuz, Memlûk Devleti’nin tarih ve teşkilâtına dair bütün kitapları da İstanbul’a getirdi. Deniz işlerine de önem veren Yavuz, Haliç’te önce Bizans tersanesinin bulunduğu yerde, Fatih’in yaptırdığı eski tersaneyi genişleterek, 300 inşaat tezgâhı alacak duruma koydu. 21 Eylül 1520‘de Çorlu civarında ölen Yavuz’un ölümü gizli tutulmuş, cenazesi istanbul’a getirilerek büyük tören yapılmış ve namazı Fatih Camii’nde kılındıktan sonra, o tarihlerde Mirza Sarayı denilen şimdiki Sultan Selim Camii’nin yanına def-nediimiştir.

Kanuni Sultan Süleyman devrinde (30 Eylül 1520 – 5-6 Eylül 1566) İstanbul hızla kalkınarak büyük bir başkent haline geldi. Kanunî’nin yaptırdığı ilk eser, Sultanselim Camii’dir (1521). Şehrin birdenbire büyümesi ve nüfusunun hızla artması bazı önemli sorunlar doğurdu. Bu sebeple Rumeli ve Anadolu’dan gelenlerin İstanbul’a yerleşmesi bir süre için yasaklandı. Kanunî ayrıca cami, medrese, darüşşifa, tabhane, dârülhadis ve imaretten meydana gelen Süleymaniye Külliyesi’nin de banisiydi. XVI. yüzyılda padişah artık Anadq|u beyleri mevcut olmadığından, Türk asıllı kızlarla evlenmek geleneğinden kopmaya başladılar. İstanbul saraylarına Rus, Alman, Hırvat, Macar, Polonyalı, Romen, Boşnak ve Bulgar esirler alınıyordu. Vezir ve beyler beyleri de padişaha hoş görünmek için alınan esirlerin en güzellerini kendisine takdim ediyorlardı, İstanbul Kanunî’nin 1521,1522,1526,1529,1532, 1534, 1537, 1538, 1541, 1543, 1548, 1553 ve 1566 tarihlerinde olmak üzere on üç kez büyük törenlerle ordusunun başında zafere çıktığına şahit oldu,İstanbul’un XVI. yüzyılda gördüğü ilk büyük şenlik Sadrazam İbrahim Paşa’nın Muhsine Hatun ile 22 Mayıs 1524 tarihinde evlenmesidir. Bu şenlik on beş gün sürmüş, gelin, masrafı Kanunî tarafından ödenmek suretiyle inşa edilen İbrahim Paşa Sarayı’na götürülmüştür. 1539 yılı Receb ayının 15’inde İstanbul Kanunî’nin oğulları Şehzade Mustafa, Mehmed ve Selim’in sünnet düğünü şenliklerine şahit oldu. Kanunî döneminde en önemli bilim hareketi, Sahn-ı Süleymaniye Medresesi’nin ve dârülhadisin kurulmasıydı, istanbul’a kahve ilk önce 1555 yılında Halep ve Şam yolu ile gelmiş ve Tahtakale’de kahvehaneler açılmıştır. Kanunî devrinde İstanbul’da ilk yapılan antlaşma, 1521 yılında Venedik Cumhuriyet’i’ne önceden verilen kapitülasyonların yenilenmesi hakkını verendir. Bundan sonra Raguza Cumhuriyeti ile olan ticaretin anlaşması gelir. 20 Eylül 1528 tarihinde Fransa ve Katalanlar’a verilen Mısır’daki ticarî imtiyazlar yenilendi. Fransa ile ilk dostluk anlaşması 1532 yılında ve ilk kapitülasyon anlaşması ile 1535 yılında İstanbul’da Venedik ile barış anlaşması imzalandı. 1562 tarihinde de Avusturya imparatoru ile 8 yıllık bir saldırmazlık anlaşması yapıldı.

Kanunî zamanında İstanbul’da şarap içilmesi yasaklandı. Kanunî’nin oğlu II. Selim babasının Zigetvar Seferi sırasında ölümü üzerine 27 Eylül 1566 tarihinde İstanbul’da Osmanlı tahtına çıktı. Bu dönemde İstanbul’daki Galata dahil kahvehane, bozahane ve meyhaneler kapatıldı(20 Mayıs 1567). 19 Eylül 1569’da Yahudi Mahallesi’nde çıkan yangında büyük kayıplar verildi. Selim devrinde Ayasofya Camii, Mimar Sinan’a onartıldı. II. Selim devrinde İstanbul’da yapılan ilk anlaşma, 24 Haziran 1567’de Venedik Cumhuriyeti ile kapitülasyonların yenilenmesidir. Bundan sonra 17 Şubat 1568 tarihli Avusturya Anlaşmas4 gelir. Lehistan ile olan barış anlaşması, 21 Temmuz 1568’de yenilendi.

II. Selim’in ölümü üzerine oğlu III. Murad tahta geçti (22 Kasım 1574). 1575 Mayıs’ında cülusu tebrik ve barışı yenilemek üzere Iran elçisi Tokmak Han İstanbul’a geldi ve padişahın huzuruna çıkarak İran Şahı’nın kıymetli hediyelerini sundu. 12 Kasım 1577‘de İstanbul göklerinde bir kuyruklu yıldız göründü ve bu, İran Şahı’nın öleceğine yorumlandı. 12 Ekim 1579 günü Sokullu Mehmed Paşa bir meczup tarafından öldürüldü. 1582 Mayıs’ında Şehzade Mehmed’in sünnet düğünü yapıldı. 9-10 Şubat 1588 günü Mevlid Kandili münasebetiyle III. Murad minarelerde kandil yakılmasına dair yazılı bir emir verdi. 2 Nisan 1589 günü Doğancı Mehmed Paşa’nın öldürülmesine yol açan Kapıkulu ayaklanması oldu. Aynı yıl İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. Bitpazarı, Gedikpaşa Hamamı ve birçok mescid yandı. Olaydan sonra İstanbul’da 2 ay süren veba salgını görüldü(15 Ekim 1590). 1591 yılı ortalarında ve sonunda İstanbul’da iki Yeniçeri ayaklanması oldu. 1592 yılı Nisan sonlarında Ayasofya civarında büyük bir yangın çıktı. Aynı yıl büyük bir veba salgını baş gösterdi. 23 Ocak 1593’te Sipahiler ulufelerini alamadıkları için başkaldırıp saraya ve divana saldırdılar, ancak isyan bastırıldı.

III. Murad’ın ölümünden sonra III. Mehmed İstanbul’a gelerek Osmanlı tahtına çıktı(15 Ocak 1595). Aynı gün saraydaki 19 şehzade boğdurularak öldürüldü. 30 yıldan beri bırakılan bir geleneği tekrar dirilten II. Mehmed, ordusunun başında sefere çıktı. Haço ve Meydan Savaşı’nı kazandıktan sonra büyük bir törenle İstanbul’a döndü. Zamanında İstanbul’un en büyük sa¬nat anıtlarından biri olan Yeni Cami’nin temel atma töreni yapıldı(9 Nisan 1598). Venedik, Fransa, Hollanda, Lehistan ve İngiltere ile çeşitli tarihlerde yeni anlaşmalar imzalandı.

Kanunî devrinden beri Osmanlı sarayına girerek, özellikle Safiye Sultan sayesinde büyük nüfuz kazanan ve rüşvet karşılığında memuriyet temin eden Kira adlı Yahudi kadın, iki oğlu ile birlikte sipahiler tarafından öldürüldü (1 Nisan 1600).

III. Mehmed’in ölümünden sonra yerine oğlu I. Ahmed tahta çıktı (22 Ocak 1603). 14 gün sonra yeni padişah sünnet edildi ve bu münasebetle büyük eğlenceler düzenlendi, İstanbul şehri bir padişahın sünnet düğününe ilk kez şahit oluyordu. I. Ahmed padişah olduğu zaman bir istisna olarak kardeşi Şehzade Mustafa’yı (I. Mustafa) öldürtmedi. İstanbul, böyle bir olaya da ilk kez tanık oluyordu.

24 Ekim 1604’te Sultan Ahmed’in bir oğlu doğdu (Şehzade II. Osman). Bunun üzerine İstanbul’da 7 gün 7 gece donanma yapılması emredildi. Ocak 1606’da yıllık çuhadarı zamanında verilmeyen Yeniçeri ve ertesi gün ulufelerini alamayan Sipahiler alaklandılar. İsyan bastırıldıysa da ocaklılar yeniden ayaklandıkları için padişah Şubat’ın ikinci günü kırmızı elbiseler giymiş ,olduğu halde, Sultan Bayezid Köşkü’ne çıkarak, vezirleri, bölük ağalarını ve kâtipleri getirtip azarladı ve sorumlular cezalandırıldı. Peçevî, tütünün ilk defa 1609 yılında İngiliz Donanması tarafından İstanbul’a getirildiğini haber verir. 1609 yılı Haziran ayı ortalarında, Sadrazam Kuyucu Murad Paşa, Saruhan ve Menteşe taraflarında Celâlilikle meşgul Yusuf Paşa’yı kandırarak İstanbul’a getirtip Üsküdar ordugahında kafasını kestirdi.

4 Kanuni 1610’da törenle At Meydam’nda bir camFiinşasına başlandı (Sultanahmed Camii). 1610 yılında Temmuz ayının 22. günü ilk defa olarak, İstanbul’da hazırlanan Kabe örtüsü Mekke’ye doğru yola çıkarıldı. 27 Temmuz 1612’de Şehzade Murad’ın (IV. Murad) doğması ile törenler düzenlendi. Aynı yıl Kabe’nin yenileri ile değiştirilen örtüsü ile su oluğu ve yine yenileri ile değiştirilen Hz. Muhammed’in türbesinin duvarındaki bir mücevher ve türbe kapısı İstanbul’a getirilip,Hazine’ye konuldu. 1613 yılı Ağustos ayında içki yasağı konularak meyhaneler kapatıldı. 1614 yılında ilk defa olarak İstanbul’a Hollanda’dan bir elçi geldi. 1616 yılında İstanbul’da oturan Iran elçisi, Yedikule’ye hapsedildi. 9 Haziran 1617 günü yapımı tamamlanan Sultanahmed Camii, büyük bir törenle açıldı.

I. Ahmed, saltanatının on dördüncü yılında ölünce (22 Kasım 1617) aynı gün I. Mustafa tahta çıktı. Böylece babadan oğula geçen saltanat, kardeşten kardeşe geçmiş oldu. I. Ahmed devrinde istanbul’da. Fransa, Venedik, Hollanda, ingiltere, Iran, Transilvanya (Erdel) Prensliği, Macar beyleri ve Avusturva ile anlaşmalar imzalandı.

Aklî dengesi yerinde olmadığı görülen I. Mustafa tahttan indirilerek yerine I. Ahmed’in 14 yaşındaki oğlu Genç Osman getirildi (26 Şubat 1618). Aralık 1618’de tam ayarlı yeni akçe ve onarlık Osman! basılması kararlaştırıldı. 10 kesme sermaye verilen Bekir Efendi, darphane nazırı oldu. 1621 yılının 24 Ocak günü şiddetli soğuklar yüzünden Haliç dondu. 6 Şubat’ta Üsküdar ile İstanbul’un arası da buz bağladı, halk karşıdan karşıya yaya olarak geçti. Deniz yolu kapandığından İstanbul’da kıtlık ve pahalılık başladı ve ekmeğin 75 dirhemi bir akçeye, etin okkası 15 akçeye fırladı.

II. Osman, Hotin seferine gitmek üzere 8 Mayıs 1621’de Davudpaşa Ordugâhı’na çıktı 18 Mayıs 1622’de Genç Osman’a karşı Yeniçeriler ayaklandılar ve Genç Osman öldürüldü (20 Mayıs 1622). II. Osman devrinde İstanbul’da Fransa, Venedik, İran ve İngiltere ile anlaşmalar yapılmıştı.

I. Mustafa’nın ikinci saltanatı karışıklık içinde geçti. Genç Osman’ın katilini arayan Yeniçeriler ve Sipahilar 24 Aralık 1622 tarihinde isyan ettiler. 21 Ocak 1623‘te Davud Paşa yakalanarak Yedikule’de idam edildi. Şubat 1623’te Sadrazam Mere Hüseyin Paşa’ntn seyyid olan bir kadıyı sebepsiz yere falakaya yatırması üzerine İstanbul uleması ve medrese öğrencileri ayaklanarak Fatih Camii’nde toplandı. I. Mustafa devrinde 18 Şubat 1623 günü Lehistan ile bir anlaşma imzalandı. I. Mustafa’nın tahttan indirilmesi üzerine IV. Murad geçti (10 Eylül 1623). İstanbul’da Sipahiler, ülûfe yüzünden ayaklandılar. Sonunda Defterdar Yahni Kapan Âbdül kerim Paşa hapsedildi ve üzüntüsünden öldü. 1625 yazında Bayrampaşa vebası diye anılan müthiş bir veba salgını İstanbul’u kasıp kavurdu. Ölü sayısı günde bine yükselince Okmeydanı’nda duaya çıkıldı. Ağustos 1626’de İngiliz elçisi İstanbul’a geldi. 1628 yılı Temmuz başlarında, İstanbul’da bir Sipahi ayaklanması olduysa da bastırıldı. 25 Haziran 1630’da İstanbul’da şiddetli bir fırtına çıktı, 10 Şubat 1632’de yeniden bir Sipahi ayaklanması oldu. Bunları tahrik eden İkinci Vezir Receb Paşa idi. Sipahiler ayaklanarak padişahı ayak divanına çıkardılar. Sadrazamla birlikte 17 devlet adamının başını istediler. Çaresiz kalınca Hafız Paşa kendilerine verildi ve onlar tarafından öldürüldü. Recep Paşa sadrazam oldu. Tokat’ta bulunan Hüsrev Paşa idam edildi. Bu durum İstanbul zorbalarının yeniden ayaklanmasına sebep oldu (12 Mart). Bunun sonunda defterdar, Yeniçeri ağası ve muhasib öldürüldü. Yeniçeri Ağası Köse Mehmed Paşa bütün bu işlerin Receb Paşa’nın başının altından çıktığını padişaha açıkladığında, padişah zorbaları dağıttıktan sonra Receb Paşa’yı idam ettirdi (18 Mayıs 1632). 1633 Eylül’ün 2. cuma günü Cibali semtinde büyük bir yangın çıktı ve hızla şehre yayıldı. Eylül 1633 (16 Eylül)’de padişahın emri ile kahvehaneler kapatılarak tütün içme yasağı kondu ve içenlerin idam edileceği ilan edildi. 10 Eylül 1633’te yatsı namazından sonra fenersiz sokağa çıkma yasağı konuldu. 27 Ocak 1635’te şair Nef’î(hivic yazma konusunda) tövbesini bozduğu için padişahın emriyle idam edildi. Aynı yıl İstanbul’a gelenlerin memleketlerine gönderilmeleri konusunda İstanbul Kaymakamı Bayram Paşa’ya emir verildi. Padişahın emri üzerine kardeşleri olan şehzadalerden Bayezid ve Süleyman 16 Ağustos 1635’te Topkapı Sarayı’nda boğdurularak öldürüldüler. Aynı dönemde Revan Kalesi’nin fethi haberi gelip, İstanbul’da 7 gün 7 gece donanma ve şenlik yapıldı. Eylül 1637’de İstanbul büyük bir salgın hastalık gördü. 18 Şubat 1638 günü Şehzade Kasım da boğdurularak öldürüldü. 6 gün sonra Bağdad seferi için İstanbul’dan ayrılan padişah 10 Haziran’da (1639) geri döndü ve 9 Şubat 1640 günü öldü. Yerine tek erkek kardeşi olan Sultan ibrahim geçti.

IV. Murad devrinde İstanbul’da Venedik Cumhuriyeti, Lehistan, Fransa, ingiltere ve Hollanda ile anlaşmalar imzalandı. 30 Ağustos 1640’ta Balad Kapısı dışındaki mumhaneler tutuştu. Şiddetli rüzgâr yüzünden şehre yayılan yangın, Fethiye Camii’ni yakıp Draman Mahallesi’nden Sultan selim’e, öğle üzeri Çukurbostan’a kadar ilerlemiştir. Aralık 1640’da düzgün ayarlı akçe bastırıldı. 26 Nisan 1641’de Avusturya, 17 Haziran 1641 ‘de de iran elçisi İstanbul’a gelerek padişaha armağanlar sundular. 14 Temmuz 1641’de Muhasib Emirgüneoğlu idam edildi. 1 Ocak 1642’de Şehzade Mehmed’in (IV. Mehmed) ve 15 Nİsan’da Şehzade Süleyman (ll.Sultan Süieyman)’m doğumu münasebetiyle şehirde şenlikler yapıldı. Halep Valisi Hüseyin Paşa ayaklanarak 1644 Haziran’ında Üsküdar’a kadar geldiyse de yakalanarak idam edildi. Kısa süre sonra da Kara Mustafa Paşa idam edildi. 27 Haziran 1645’te Darphane yanında çıkan yangında Bayezid Medresesi’nin etrafı, Bayezid Hamamı, Langa, Kumkapı, Yenikapı semtleri, Kadırga Limanı’ndaki Hristiyan evleri. Rum ve Ermeni kiliseleri yandı. 5 Mart 1645’te yapılan parlak bir törenle padişahın büyük kızı, Fazlı Paşa ile nişanlandı. 8 Ağustos 1648’de Sultan İbrahim tahttan indirildi ve yerine 7 yaşındaki oğlu IV. Mehmed padişah oldu.

Sultan İbrahim devrinde İstanbul’da büyük bir şeker sıkıntısı çekildi. 1648’desarayın şekersiz kalacağı korkusuyla şekere el konuldu. IV. Mehmed, parlak bir törenle Eyüb sultan Türbesi’nde kılıç kuşandı. Ertesi gün cülus bahşişi için Cinci Hoca’dan beşyüz kuruş bir kese ve bir buçuk kuruş bir altın hesabıyla iki yüz kese yardım istendi. Vermediği için kendisi tutuklandı, 6 bin kese tutan malı müsadere edildi. Ele geçen parası, yüksek ayarlı olduğundan, halk arasında ilgi gördü ve “Cinci Akçesi” diye ün kazandı. Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesi ve idamı dolayısıyla çıkarları elden giden kimseler Sipahileri tahrik ettiler. 18 Ekim 1648’de Sipahi ayaklanması olduysa da, Yeniçeri kuvvetleri olayı bastırdı. 300 kadar acemi Sipahi öldü (Sultanahmet Vakası). 29 Ekim 1648’de Cinci Hoca idam edildi. 30 Nisan 1649’da devlet aleyhine faaliyette bulunduğu saptanan Venedik elçisi yakalanarak prangaya vuruldu. 1648 yılında ulufelerini alamayan Sipahiler ağalarını taşladılar. Hazine’de para olmadığı için İstanbul ve Galata’dan vergi toplanıp Sipahi ulufesi verildi. 23 Ekim 1649’da yeni padişahın sarayında sünnet düğünü yapıldı. 20 Ocak 1651 günü Avusturya fevkalâde elçisi İstanbul’a geldi ve büyük bir alayla şehre girdi. İstanbul’un ilk esnaf ayaklanması, 21 Ağustos 1651 tarihinde oldu. Buna sebep paranın ayarının düşürülmesi idi. 2 Eylül 1651 günü padişahın büyük annesi Mehpeyker Kösem Valide Sultan, Topkapı Sarayı’nda öldürüldü. 21 Kasım 1652’de Esir Hanı’n-da büyük bir yangın çıktı. 18 Nisan 1653’te Ordun kapısı dışında çıkan yangında sebze hali ve birçok yer yandı.

11 Kasım 1653‘te İstanbul’da güneşin batışından sonra gökte, kuzeybatı yönünde bir mızrak uzunluğunda ve kol kalınlığında görülen bir yıldız inerek, şehri gündüz gibi aydınlattı. 1656 yılı Mart ayı başlarında İstanbul’da ünlü Çınar Vakası oldu. 8 Mayıs 1656‘da zorbalar cezalandırıldılar. 4 Mart 1656’da İstanbul’da Yeniçeri ve Sipahi ocakları ayaklanıp, saray mensuplarından ve devlet görevlilerinden 30 kişinin başını istediler(Vak’a-i Vakvakiye). 1656 yılında padişah tahttan indirilerek yerine kardeşi II. Süleyman geçti. 1657 yılında yeni bir ayaklanma oldu ve kışkırtmacılar idam edildiler. Aynı tarihte İstanbul Rum patriğinin, Eflâk Voyvodası’na gönderdiği bir mektubu ele geçirildiğinden Parmak kapı’da asıldı. 1657 yılı Eylül ayında Kâtip Çelebi İstanbul’ca öldü. 18 Şubat 1659’da şiddetli bir deprem oldu. 24 Temmuz 1660’da büyük bir yangında 80 binden fazla ev hasar gördü. 31 Mart 1661 günü istanbul’da 1-5 saat süren tam bir güneş tutulması oldu. 15 Şubat 1665 günü tersane zindanında bulunan Kazak esirleri, gece zincirlerinden kurtulup dışarı çıktılar ye rastladıkları 20 kişiyi öldürerek Okmeydanı’na doğru kaçtılarsa da yakalanarak idam edildiler. 24 Temmuz 1665’te sarayın Harem Dairesi’nde bir yangın çıktı. 1670 yılında padişah fermanıyla İstanbul’da meyhaneler yıkıldı. Aynı yıl Aralık ayında Kaptan-ı Derya Kaplan Mustafa Paşa komutasındaki Türk Donanması, yanında ele geçirdiği Malta gemileri ve esirlerle İstanbul Limanı’na girdi. XVII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğumun fütuhat devrinin durduğu, içeride asayişin bozulduğu ve orduda isyanların başladığı, hükümdarlık otoritesinin azaldığı bir devir oldu. XVII. yüzyılda Üsküdar, büyük bir şehir haline geldi. III. Mehmed’in annesi burada büyük bir cami ve kervansaray yaptırdı. Kızkulesi, dört köşe bir surla çevrildi, tahkim edildi ve toplarla tabya edildi, boğazın güvenliğine ayrıldı. 1688’de Şarap ve Tütün Vergisi alınmaya başlanarak Hazine’ye gelir sağlandı ve ilk kez bakır para (mangır) bastırıldı. 1689 yılında büyük bir fırtınada birçok gemi battı.

1701 yılında İstanbul Ermenileri arasında Katolik mezhebinin yayılması için faaliyetlere girişildi. II. Mustafa’nın Edirne’de oturması İstanbul halkının hoşnutsuzluğuna sebep oldu. Şeyhülislâm Feyzullah Efendi devlet memurluklarına kendi yakınlarını getirmesi yüzünden çıkan isyanda ünlü Edirne Vak’ası meydana geldi ve padişah tahttan indirilerek (23 Ağustos (1708) yerine III. Ahmed getirildi. Şeyhülislâm ve oğulları idam edildi. 1 Ekim 1703’te saray bostancıları cülus bahşişleri yüzünden baş kal d irdi I ar.

Eski hükümdar II. Mustafa, 29 Aralık 1703 günü Topkapı Sarayı’nda öldü. 21 Nisan 1704’te padişahın emri ile Topkapı Sarayı’nda Valide Sultan Da-iresi’nin üzerinde yapılması emrolunan köşkün inşaatı sona erdi. 1705 yılı Mart ayında, 4 şehzadenin sünnet düğünleri yapıldı. 1736’da III. Ahmed öldü, I. Mahmud, Ayasofya Camii’nde yapılan kütüphaneye, sarayda mevcut kitaplarla, kendisine hediye edilen kitapları koydurarak burasını hizmete açtı(21 Aralık 1743). Aslı Macar olup, Bosnalıİbrahim Efendi diye anılan biri, Hıristiyanlığı yayması yüzünden Kıbrıs’a sürüldü, daha sonra da idam edildi (8 Mayıs 1746). Şubat 1746’da I. Mahmud’un emri ile Beşiktaş Sarayı sahilinde bir kasır inşa edildi. 9 Mayıs 1748’den itibaren padişah Beşiktaş Sarayı’nda kalmaya başladı. 19 Ocak 1749’da Nuruösmaniye Camii’nin temeli atıldı. 30 Mart 1751 de tersane zindanında bulunan suçlu ve esirler kaçmaya giriştiklerinden yakalanarak idam edildiler. I. Mahmud devrinde İstanbul’da Venedik, iran, İsveç, Avusturya, Rusya, Sicilya, Toskanya ile anlaşmalar imzalandı. 23 Aralık 1754’te III. Osman, Eyübsultan’da kılıç kuşandı. 8 Aralık 1755’te Nuruösmaniye Camii ibadete açıldı. Aynı yıl Ocak başlarında şiddetli soğuklar yüzünden Haliç dondu. Defterdar ile Sütlüce arasından yürüyerek geçildi. Yeniden yapılması emredilen Yeniçeri ve Acemi ocağı kışlaları 17 Şubat 1757’de tamamlandı. III. Osman 30 Ekim 1757’de öldü. 8 Kasım 1757’de III. Mustafa kılıç kuşandı. Aynı yıl istanbul’da yaşayan, Rum, Ermeni ve Yahudilerin eski kıyafetlerini korumaları hakkında bir ferman çıkarıldı. 10 Nisan 1760’ta Lâleli Camii temeli atıldı. 21 Ocak günü III. Mustafa öldü(1774), I. Abdülhamid kılıç kuşandı. Bu hükümdarın 15 yıllık saltanatı boyunca önemli yangınlar İstanbul’u büyük zarara uğrattı. I. Abdülhamid’den sonra yerine III. Selim kılıç kuşandı(13 Nisan 1789). I. Abdülhamid devrinde Rusya ve Avusturya ile başlayan savaşlar dolayısıyla özellikle İstanbul’da gıda maddelerinin fiyatı arttı, şehirde dolandırıcılık ve hırsızlık arttı. İstanbul’un nüfusunun gittikçe artması hem gıda maddeleri darlığına, hem de.hırsızlığa ve yangıların artmasına sebep olduğu bahanesi ile evler, dükkânlar ve bekâr odaları taranarak Anadolu’dan İstanbul’a yakın zamanlarda gelmiş hamallık, kayıkçılık, çıraklık vb. hizmette bulunanlar geldikleri yerlere gönderildi. III. Selim, Yeniçeri ocağının işe yaramadığını anlayarak Nizam-ı Cedid adı altında Batı ordularına benzer yeni bir askerî sınıf kurdu ve bunun için “irâd-ı cedid'” hazinesini oluşturdu. Aynı zamanda, topçu, top arabası, kumbaracı ve lağımcı ocak arııslap edilip, bunlar için yeni usuller kondu. Azadlı Baruthanesi inşa edildi, istanbul tarihindeki ağaç, çiçek ve bahçe sevgisinin en güzel örneği, XVIII. yüzılda görüldüğü Haliç ve Boğaziçi kıyılarını rengârenk lâle tarlaları kapladı. XVIII. yüzyılda Istanbul’dabir lâle merakı başlayınca, dünyanın her tarafından buraya lâle soğanları gönderildi. XIX. yüzyılın son yarısında bütün yabancı sefirler Beyoğlu’nda oturuyorlardı. O zamanki Beyoğlu sokakları dar, kaldırımları kötü evleri düzensiz bir şekilde inşa edilmişti. Sefaret binaları içinde Fransa, isveç ve Venedik’inkiler güzel yapılardı.

istanbul tranvay

istanbul tranvay

1805 yılı Nisan ayında İstanbul’da görülmemiş bir soğuk oldu ve çok fazla kar yağdı. 7 Ekim 1805’te gece yarısına doğru Salmatomruk Mahallesinde ve Molla aşki civarında yangın çıktı ve birçok ev yandı. Rusya ile başlayan sefer sebebi ile bu devletle ittifak halinde olan İngiliz elçisi bir gemi ile kaçtı(1805). Türk Ordusu’nun Ruslar’a karşı başarı kazanması üzerine Osmanlı Devleti’ni baskı altında tutmak amacı ile 16 gemiden oluşan İngiliz harb filosu Çanakkale Boğazı’ndan geçerek İstanbul önlerine geldi (20 Şubat 1807). 25 Mayıs 1807’de III. Selim’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan Kabakçı Mustafa Vak’ası patlak verdi, yerine IV. Mustafa geçti. Yeni padişah ile Yeniçeri ocağı arasında kimsenin suçlu tutulmayacağını öngören bir anlaşma imzalandı(31 Mayıs 1807).

28 Temmuz 1808‘de Alemdar Mustafa Paşa kumandasındaki Rumeli ordusu, İstanbul’a gelerek Bâb-ı Alî ile sarayı bastı. IV. Mustafa tahttan indirilerek yerine II. Mahmud padişah oldu. 29 Temmuz günüIII. Selim için büyük bir cenaze töreni düzenlendi, katiller idam edildi. 13 Eylül’de II. Mahmud kılıç kuşandı, jl. Mahmud Sekban-ı Cedid adlı yeni bir ordu kurdu. Bunu kıskanan ve sadrazam Alemdar Mustafa Paşa’yı sevmeyen Yeniçeriler ayaklanarak Bâb-ıÂli’yi bastılar. (14 Kasim 1808). Alemdar Mustafa Paşa yanındaki adamlarıyla kendini savundu, ancak yardım gelmediğinden ikindi vakti barut mahzenine girerek ateşe verdi ve kendi ailesi ile birlikte öldü. Bu patlamada 300 kadar Yeniçeri havaya uçtu. Aynı gün IV. Mustafa’yı yeniden tahta çıkarmaya çalışan isyancılar başarılı olamadılar. Ertesi gün Sekban-ı Cedid saraydan çıkıp, onların üzerine yürüdü, 3-5 bin Yeniçeri öldü. Nisan ayında şehirde büyük bir kıtlık başgösterdi. 17 Haziran 1811’de Beşiktaş’ta büyük bir sel baskını oldu. Ocak 1812’de izmir’e gelen bir tüccar gemisi istanbul’a veba salgını getirdi. 3 bin civarında insan öldü. 1813 yılı Mart ayı başlarında Cebeciler Kışlası’nın temeli atıldı. 1817’de ünlü Ermeni sarraflarından Tıngıroğlu Agop, Davudoğlu Andon Ermeniler arasında Katolikliği yayma faaliyetinde bulunduklarından Limni ve Rodos adalarına sürüldüler. 10 Temmuz 1819’da Yeniçeriler arasında çatışma çıktı.

1821 ;de Mora‘da isyanın başlaması üzerine İstanbul halkının silahlanması emredildi. Mora isyanını kışkırttığı anlaşılan Rum patriği ile kethüdası, patrikhanenin Petro Kapısı’nda karşılıklı aslıdılar (23 Nisan 1821). 5 Mayıs tarihinde II. Mahmud bir ferman çıkararak dedikodularla gençlerin tahrik edilmemesini, Hristiyan mahallelerine saldırılmaması emrini verdi.

1825 yılı Nisan ayında İstanbul’da çiçek hastalığı görüldü ve sarayda bir şehzade ile iki sultan bu hastalıktan öldü. Mart 1826’da Nusretiye Camii ibadete açıldı. 15 Haziran 1826’da Vak’a-i Hayriye olayı başladı..Bunun üzerine yeniçeri ocağı bir fermanla resmen kaldırıldı. Aynışekilde ocağın Bektaşî tarikatı da kaldırıldı. Tekkeler Nakşî tekkesine çevrildi. Ağa Kapısı, Şeyhülislâm Kapısı yapıldı. 1828 yılında buharlı sürat gemisi alınarak İstanbul’a getirildi. Haziran 1828’de odun, kömür, sabun, zeytinyağı ve erzak kıtlığı başgösterdi. 1829 yılı başlarında savaşta ele geçen Rus esirleri, Büyükada manastırlarına yerleştirildiler. Aynı yıl savaş sebebiyle yiyecek sıkıntısı çekildi. 3 Şubat 1829 günü Selimiye Kışlası’nın açılış töreni yapıldı. 3 Mart 1829’da II. Mahmud, kavuk giyilmesini yasakladı. İstanbul hanlarında oturan bekârlara, ülkelerine dönmek için bir ay süre tanındı. I Kasım 1831’de TAKVİM-İ VEKAYİ adlı gazete basıldı. 3 Şubat 1832’de devlet dairelerine padişahın resminin asılması emredildi. 18 Ekim 1836’da Unkapanı ile Azapkapısı arasında bir köprü hizmete açıldı. 14 Nisan 1839’da büyük bir kolera salgınında korunmak için alınacak tedbirlerle ilgili risale, halka bedava dağıtıldı. Beyoğlu’nda, Ağa Camii civarında Müslüman evlerini kiralayan gayr-i müslimler, buralardan çıkartılarak Müslaman mahallelerinde Müslüman olmayanların oturmaları yasaklandı(1838). 2 Temmuz 1839’da II. Mahmud ölünce yerine Abdülmecid, 5 Kasım 1839’da Hariciye Nazırı Mustafa Reşid Paşa’nın Topkapı Sarayı’nda,Gülhane Meydanın da okunan Hatt-ı Hümâyun ile Tanzimat-ı Hayriye ilan edildi. 1843 yılı Eylül ayında Bâb-ı Ali tamamlanarak döşetilmeye başlandı ve açılış töreni yapıldı(26 Mart 1844).

Eski Gümrük önü(Eminönü) ile Karaköy Kapısı arasında, dubalar üzerinde büyük bir köprü inşa edildi ve tören yapıldı. Sultan Abdülmecid, Rumeli gezisine çıkmak üzere İstanbul’dan 30 Nisan 1846’da hareket etti ve karadan Varna’ya kadar gidip tekrar döndü. Aralık 1846’da padişahın emri ile köle satışı yasaklandı ve Esirpazarı dağıtıldı. 29 Temmuz 1849’da onarılan Ayasofya Camii ibadete açıldı. Çırağan Sarayı civarında inşaasına başlanan Mecidiye Camii tamamlanarak açılış töreni yapıldı(3 Kasım 1849). 8 Haziran 1850’de Abdülmecid, veliahd Abdülaziz ve Şehzade Murad efendilerle birlikte İstanbul’dan Ege ve Akdeniz adalarını ziyaret niyeti ile ayrıldı. 18 Temmuz 1851’de İstanbul’da Encümen-i Dâniş açıldı. 1855 yılında İstanbul  Edirne Varna arasında kurulan telgraf hattı işletmeye açıldı. Bu, Türkiye’de ve İstanbul’da açılan ilk hat idi. 25 Haziran 1861 günü Abdülmecid öldü ve yerine kardeşi Abdülaziz geçti, ilk önce serbest dersler vermek üzere İstanbul’da Darülfünun (1863) ve İstanbul Sanayi Mektebi açıldı(1864).

Sultan Abdülaziz devrinde İstanbul ve civarında belediye faaliyetleri artırılmış, yollar, binalar, kamunun ihtiyacına cevap verebilecek tesisler kuruldu. Haseki’de mevcut tevkifhanenin yerine Nİsvan Hastanşsi açıldı. 1870 yılıdna Haydarpaşa Hastanesi’ne bir cerrah dershanesi eklendi. Bu devirde ordu ve donanmaya da oldukça önem verildi.

10 Mayıs 1876’da Mahmud Nedim Paro’nın kötü yönetimi yüzünden medrese öğrencileri Fatih ve Bayezid meydanlarında toplanıp nutuklar söylediler. Sultan Abdülaziz’in ölümünden sonra yerine V. Murad geçti. Bunun kısa döneminde birçok ayaklanmalar oldu. Sultan Murad, 93 günlük saltanattan sonra tahttan indirildi ve (31 Ağustos) yerine II. Abdülhamid ge
tirildi ve 7 Eylül’de kılıç kuşandı, İstanbul’da ilk Meclis-i Mebusan açıldı(19 Mart 1877). Bu meclis, İstanbul mebusu, astarcılar kethüdası Ahmed Efendi’nin 93 Savaşı’nın sonuçlarından dolayı padişahı açık ve sert bir dille eleştirmesi üzerine II. Abdrülhamid’in emri ile kapatıldı(13 Şubat 1878). 24 Şubat’ta Rus Orduları BaşkomutanıNicola,Edirne’de bulunan karargâhını, Ayastefonas’a (Yeşilköy) nakletti. Bu sebeple burasını askerî işgal altına aldı.3 Mart’ta ise, Ayastefanos barışı imzalandı. Ruslar’ın Yeşilköy’e kadar gelmeleri İstanbul’da büyük heyecan yarattı. 30 Mart 1878’de Çırağan Vakası meydana geldi. Ünlü Yıldız Mahkemesi, 27 Haziran 1881’de başladı. Bayezid Umumî Kütüphanesi hizmete açıldı. Büyük Türk bestekârı Hacı Arif Bey,istanbul’da öldü(28 Haziran 1844). İstanbul’da “Asâr-ı Atika” Müzesi kuruldu (1866). 1 Nisan 1891’de Ahmed Vefik Paşa öldü. 1895 yılında istanbul’da kimsesiz düşkünlerin bakılması için Darülaceze kuruldu. Ermeniler, ingilizler’in ve Ruslar’ın kışkırtması sonunda ayaklandılar (30 Eylül 1895) veKadırga Limanı’ndan Sultanahmet Meydanı’na, oradan II. Sultanmahmud Türbesi’ne kadar ilerlediler.

XX. yüzyılın başında Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa (4 Nisan 1900) ve eski hükümdar V. Murad (29 Ağustos 1904) öldü. Yıldız’daki Hamidiye Camii’nde Cuma Selâmlığı’na gelen II. Abdülhamid, kendisine hazırlanan suikasttan kurtuldu (21 Temmuz 1905). 21 Temmuz 1908 tarihinde II. Meşrutiyet ilân edildi ve iki dereceli seçim usulü ile kurulan ikinci Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı açıldı. 13 Nisan 1909’da rastladığı Rumî takvim dolayısıyla 31 Mart Vakası diye anılan olay meydana geldi. 4 Aralık 1909’da tahttan indirilen II. Abdülhamid’in yerine V. Menmed Reşad geçti ve 10 Mayıs günü kılıç kuşandı.

II. Abdülhamid devrinde İstanbul’da şu antlaşmalar imzalandı: Rusya ile Yeşilköy’de Ayastefanos Antlaşması (3 Mart 1878), İngiltere ile Kıbrıs’ın, bu ülkenin şarta bağlı ve geçici olarak işgaline izin veren antlaşma (4 Haziran 1878), Romanya ile savaş esirlerinin değiştirilmesi mukavelesi (5 Ekim 1878), Rusya ile savaş tazminatına, esirlere vb. konulara ait antlaşma (8 Şubat 1879), Avusturya ile Bosna  Hersek’in Yeni Pazar Sancağı’nın bu devlet tarafından işgaline dair mukavelename (21 Nisan 1879), Bulgaristan Prensliği’nin, Prens Alexandre Batten berg’e verilmesi fermanı (25 Temmuz 1879), Aleko Paşa’nın Doğu Rumeli Valiliği’ne atanma fermanı(16 Mayıs 1878), Bulgaristan emareti sınırlarının tesbiti antlaşması(20 Eylül 1879), Doğu Rumeli eyaletinin tesbiti antlaşması (25 Ekim 1879), Osmanlı  Yunanistan sınır tahdidi mukavelesi (2 Temmuz 1881); Rusya ile savaş tazminatının ödenmesi şekline dair antlaşma (14 Mayıs 1882), İngiltere ile bu devletin Mısır’da fevkalâde komiserler bulundurması hakkında mukavelenamesi (14 Ekim1885), Doğu.Rumeli eyaletinde çıkan yeni güçlükleri çözmek üzere, İstanbul’da toplanan konferans protokolleri (5 Kasım 1885 – 5 Nisan 1886), Romanya ile ticaret antlaşması(22 Kasım 1887), Sırbistan ile demiryolu mukavelenamesi (4 Haziran 1887), aynı devletle ticaret antlaşması(25 Haziran 1888), Almanya ile ticaret antlaşması(26 Ağustos 1890), Yunanistan ile barış antlaşması(4 Aralık 1897).

Sultan Reşad devrinde İstanbul’da Türk ocağı kuruldu (25 Mart 1912). 18 Ocak 1912’de Meclis-i Mebusan dağıldı. Balkan Savaşı dolayısıyla Selânik’in düşman eline geçmesi tehlikesine karşı II. Abdülhamid, İstanbul Beylerbeyi Sarayı’na getirildi. Kendisi 1 Kasım 1912 tarihinde ölümüne kadar bu sarayda kaldı. Düşman ordularının Çatalca’ya,kadar dayanması ve top seslerinin İstanbul’dan duyulmasından sonra 9 Ocak 1912 tarihinde savaş halinde bulunulan Balkan devletleri ile mütareke imzalandı. 23 Ocak 1913’te İttihad ve Terakki Fırkası’nın Nuru osmaniye merkezinden Enver Paşa, Bâb-ıÂli’ye gelerek Kâmil Paşa istifa ettirildi. 14 Aralık 1913’te 22. Prusya Tümen Komutanı General Liman Von Sanders başkanlığında, 42 kişilik bir Alman askerî heyeti İstanbul’a geldi. 1914 yılında İstanbul’da tiyatro ve musuki okulu olarak Dârülbedayi-i Osmanî kuruldu. 1 Şubat 1916’da Veliahd İzzeddin Efendi intihar etti.Sultan Reşad’ın ölümünden (3 Temmuz 1918) sonra VI. Mehmed Vahideddin padişah oldu (13 Ağustos 1918). 18 Ekim günü biri öğleden önce, biri öğleden sonra olmak üzere 5 uçaklık bir filo tarafından şehir hava saldırısına uğradı. Atılan bombalardan 50 kişi öldü. 13 Ekim 1918 günü Tevfik Paşa’nın ikinci sadareti münasebetiyle Osmanlı tarihinde son sadaret alayı töreni yapıldı.

Osmanlı imparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması yüzünden 13 Kasım 1918 günü itilaf devletlerinin 55 parça savaş gemisinden oluşan donanması, mütareke şartlarına göre İstanbul’a geldi. Bu donanmada 22 ingiliz, 12 Fransız, 17 italyan ve 4 Yunan gemisi vardı. 21 Aralık günü padişahın emri ile Mebusan Meclisi feshedildi. 16 Mayıs’ta Mustafa Kemal, millî mücadeleye başlamak için 3 gün sonra Anadolu topraklarına ayak basmak üzere İstanbul’dan hareket etti. 15 Mart 1919’da itilaf kuvvetleri kumandanı, 150 Türk aydınını tutuklattı. Ertesi gün İstanbul, askerî işgal altına alındı. Harbiye ve Bahriye nezaretleri ile Tophane, kışlalar ve bir kısım karakollar işgal olundu. 19 ekim 1922 günü TBMM Hükûmeti’nin temsilcisi Refet Paşa, İstanbul’a vardı. 10 gün sonra Vahideddin ile görüşerek İstanbul Hükûmeti’nin anlamının kalmadığını, bunun derhal lağvedilmesini ve itilaf devletleri ile sürdürülen münasebetlerin hemen kesilmesini bildirdi.

1 Kasım 1922 tarihinde, TBMM saltanatı kaldırdığını ilân etti. Böylece merkezi İstanbul olan 600 yıllık Osmanlı saltanatı hukuken sona erdi. Bundan sonra 4 Kasım 1922 günü Tevfik Paşa başkanlığındaki son Osmanlı hükümeti istifa etti. TBMM tarafından saltanattan hukuken uzaklaştırıldığı halde mevkiinde durmakta olan son Osmanlı padişahı VI. Mehmed Vahideddin, son Cuma selamlığına çıktı(10 Kasım 1922). 16 Kasım 1922 günü gecesi, Malaya adlı İngiliz zırhlısına binerek gizlice İstanbul’dan ayrıldı. Bu olaydan üç gün sonra son Veliahd Abdiilmecid Efendi, Ankara’daki TBMM tarafından halife seçildi (19 Kasım 1922). İşgal kuvvetleri, Dolmabahçe Meydanı’ndaki Türk bayrağını selamlayarak, gemilerine binip İstanbul’u terk ettiler (2 Ekim 1923). Böylece istanbul’un işgal devri sona erdi. 6 Ekim 1923’te Türk Ordusu istanbul’a girdi.
Nüfus
İstanbul fethedildiği zaman boşaltılmış, terk edilmiş bir şehir görünümündeydi. Bu tarihte şehrin nüfusu hakkında birçok kaynak, değişik rakamlar vermektedir. Topkapı Arşivi’nde yer alan bir belge, 1478 tarihinde İstanbul Kadısı Muhiddin Efendi tarafından yapılan bina tahririne aittir. Bu belgeye göre o zaman İstanbul ile Galata’da yazılan evlerin sayısı şöyledir ve bu cetvelde her ev için ortalama 5 kişi kabul edilerek nüfus miktarı hesaplanmıştır.

Bu belgeye göre İstanbul ve Galata toplam 16 bin 326 ev, nüfus ise 85 bin 620 civarındaydı. XVI. yüzyılda İstanbul her bakımdan gelişmiş ve nüfusunda büyük bir artış görülmüştür. 1593 yılında İngiliz gezgini John Anderson‘agöre XVII. yüzyılın başında İstanbul’un nüfusu 700 bin kişiyi bulmaktaydı ve bunun yarısı Müslüman, yarısı Hıristiyan ve Musevîler’di. 1831 yılı nüfus sayımı Rumeli ve Anadolu’da yapılmış ve yalnız erkek nüfusu sayılmıştır. 1848 yılında İstanbul’un şehir nüfusu 644 bin kişi idi. 1855 yılında İstanbul ve Bilâd-ı Selâse’de yapılan nüfus sayımı sonunda istatistik defterleri hazırlandı, bu tarihte şehrin nüfusu 873 bin 565 kişi, XX. yüzyıl başında şehrin nüfusu 1 milyon 445 bin, 1919 yılında ise 1 milyon 173 bin kişi idi.

Eğitim-Öğretim
Osmanlı döneminde Saray, hükümet ve askerlik işlerinde çalışacak memurların yetiştirilmesini sağlayan kuruluşlar şunlardı:
Şehzadegân Mektebi, Saray’la birlikte açılmıştı. Okul, Topkapı Sarayı’nın harem dairesinde Dârüssaade Ağası’nın bulunduğu binanın üst katındaydı.
Enderun Mektebi, Topkapı Sarayı içinde idi. Sarayda, orduda ve hükümet işlerinde çalışacak memurları, müstahdemleri buradan yetiştirilirdi. Fatih tarafından açıldığı sanılmaktadır. Bu mektep 1 Temmiz 1909’da bir kararname ile lağvedildi.
Acemoğlanlar Mektebi’ne, Enderun’a gönderilmek üzere devşirmeler alınırdı.
Mehterhane, bir askerî mızıka mektebiydi, ilk ve en büyük mehterhanenin At Meydanı’nda İbrahim Paşa Sarayı’nda olduğu o bina, sonraları çadır darüssadesi ve 1831’den bugüne kadar da genel hapishane olarak kullanıldığı halde, yüzyıllarca bu adı taşımıştır.
Humbarahâne, 1734’te Üsküdar’da, Toptaşı’nda kuruldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük hükümet dâiresi olan Bâb-ıÂli aynı zamanda, en büyük memur mektebi idi.
Babiller askerî Mektebi, yeniçerilerin 54. bölüğünde “Talimhaneciler” denilmekte olup bu orta, bir yeniçeri mektebi sayılırdı. 1876 yılında “Menşe-i Küttab-ı Askerî” adını almıştır.
Sıbyan mektebleri, sayı bakımından oldukça fazlaydı.
Medreseler: Osmanlı devrinde genellikle bir avlu çevresinde sıralanmış odalardan meydana gelen medrese “ders çalışılan yer” demek olup, sonraları camiler ile birlikte bulunan öğrenim müessesesi, İslâm dinî esaslarına uygun bilgilerin okutulduğu mektep anlamına gelmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih, şehirdeki bazı manastırları medrese haline getirmiştir.

Meslek ve ihtisas medreseleri şunlardı: Dârülhadis, Dârülhendese, Dârülmesnevî, Medresetü’l-kuzât, Medresetü’l-vaızîn, Medresetü’l-eim-me velhüteba, Medresetü’l-irşâd, Med-resetü’l-mütehassısin.
Meslek ve ihtisas mektepleri şunlardı: Darülkurrâ, Nakışhane, Hattat Mektebi; Batı tarzında askerî mektepler: Mühendishane-i Bahri-i Hümâyûn (1773 yılında kuruldu); Mûhendishane-i Berri-i Hümâyûn (III. Selim tarafından kuruldu), Mekteb-i Harbiye (1834). Mızıka-i Hümâyûn Mektebi. Sivil mektepler – rüşdiyeler: Mekteb-i Ulûm-ı Edebiyye (1838). ilk, orta ve lise tahsil veren mektepler: Dârülmaarif, Mekteb-i Osmanî. Kız rüşdiyeler: (XIX. yüzyılda sayıları 10’a ujaşmıştı). iptidaî mektepler: Mahrec’-i Aklâm; Mahrec-i Mekâtib-i Askerîye, Mekteb-i Sultani, Dârüşşafaka (7978/ Askerî rüşdiyeler, yüksek tahsil, meslek ve ihtisas mektepleri olarak: Ebe Mektebi (1842). Dâ-rülfünûn-ı Osmanî, Askerî Baytar Mektebi, Mülkiye Baytar Mektebi, Ziraat Mektebi, Dârülmuallimin, Orman ve Maden Mektebi, Mekteb-i Mülkiye, Telgraf Mektebi, Mekteb-i Sanayi, Lisan Mektebi, Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye, Eczacı Mektebi; Kaptan ve Çarkçı Mektebi, Dârülmuallimat, Kız Sanayi mektepleri, Dârülfünûn-ı Sultanî.
Şehrin yaşamında yangınlar
Fetihten sonra taht, İstanbul ‘a taşınınca bu şehir imparatorluğun politika ve kültür merkezi haline geldi. İmparatorluğun gelişmesiyle şehrin ihtişamı ve nüfusu da arttı.

Devletin en büyük şehri olma niteliğini koruyan şehir, muhteşem camiler, saraylar, konaklar, evler, hanlar, hamamlar, imaret ve medreselerle süslenmiştir. Ancak bu yapıların çoğu İstanbul’u saran yangınlardan kurtulamamışlar ve yok olup gitmişlerdir. Fatih Sultan Mehmed devrinde XV. yüzyıla ait tarih belirtilmemiş bir belgede Ramazan’ın 6. gecesi Yeni Cami (Fatih Camii) yakınında Sultan pazarı mevkiinde çıkan bir yangından söz edilmektedir. Yangında 123 dükkân, 16 oda yanmıştır. II. Bayezid devrine alt yangınlar 1489 ve 1501 yıllarında olmuştur. Yavuz Sultan Selim devrindeki yangınların en önemlisi ise, 23 Ağustos 1519 günü çıkan yangındır. Cumhuriyet’e kadar XVI. yüzyıldan itibaren çıkan yangınlarışu şekilde sıralayabiliriz:

1539 Zindan kapı yangını, 1540 Eski Saray yangını, 1554 yangını, 18 Şubat 1560 Galata yangını, 19 Eylül 1569 yangını, Topkapı Sarayı yangını(Nisan/Mayıs 1574), 1558 ve 1590 yangınları, 1591 ve 1592 yangınları, 1606 yangını, 1633 yangını, 1640 yangını, 1645 yangını 1652 ve 1653 yangınları, 1660 Büyük istanbul ve Galata yangınları, 1665 Topkapı Sarayı yangını (25 Tem-muz), 1672, 1673, 1677, 1679, 1680, 1881 yangınları, 1682,1683,1684 yangınları, 1687, 1688, 1689 yangınlar^ 1690 Eyüp yangını, 1691 Mısıtçarşısı yangını, 1693 Cibali yangını ve Ayaza-ğa Kapısj yangını, 1695, 1696, 1698 yangınları, XVIII. yüzyılda ise 1700, 1701, 1703, 1706, 1707, 1708, 1714, 1715, 1719 (Gedikpaşa), 1720, 1721, 1722, 1723, 1724, 1725, 1726, 1727, 1728, 1729 Söyü Balat), 1730,1731, 1732,1735,1738,1739,1740 (Bâb-ıÂH), 1741, 1742, 1744, 1745, 1746, 1747, 1750 (Küçükpazar), 1753, 1754, 1755 (Hocapaşa yangınında Bâb-ıÂlî yangını), Mm (Cibali), 1758, 1762,1763, 1765, 1767, 1771, 1778, 1780, 1782, 1784,1790,1792,1794,1795,1797; XIX. yüzyılda 1803,1804,1807,1811,1818, -1823, (Firuzağa yangını), 1826 (Hocapaşa yangını), 1828,1829,1830,1831, 1832,1833 (Cibali yangını), 1836,1839 (Bâb-ıÂlî yangını), 1852, 1855, 1865 (Hocapaşa yangını), 1870 (Beyoğlu yangını), 1878 (Bâb-ıÂlî yangını), 1890 (Pendik), XX. yüzyıl başlarında ise: 1910 (Çırağan Sarayı), 1911 (Bâb-ıÂlî yangını), 1911 (Uzunçarşı yangını), 1918 (Sultanselim yangını) tarihlerinde meydana gelen yangınlarda binlerce yapı tamamen kül olmuş, yine binlerce insan hayatını kaybetmiştir.

Fatih Sultan Mehmed’den Cumhuriyet’e kadar İstanbul’un geçirdiği salgınlar:
1467,1539,1573,1576,1578,1591, 1592 ve 1596 yıllarında meydana gelen veba salgınları. XVII. yüzyılda: 1615, 1617, 1620, 1650 veba salgınları ile 1637 Büyük Taun, 1655 Şiddetlî Taun. XVIII. yüzyılda: 1571,5 veba salgını ve Taun salgını. XIX. yüzyılda: 1803,1811, 1812,1813,1822,1849 veba salgınları,1841, 1844 çiçek ve kolera salgını, 1863 veba ve kolera salgını, 1893 veba ve kolera salgını. XX. yüzyılda: 1914 ve 1919’da kolera salgınları.
Ulaşım
Osmanlı Devleti’nin Anadolu yarımadasından Balkanlâr’a, Orta Avrupa’nın güneydoğusunda, Karadeniz’in kuzey kıyılarına, Akdeniz’in doğu ve güney kıyılarına yayılması ve XVII. yüzyılda büyük bir gelişme göstermesi, Bizans İmparatorluğumun XVI. yüzyıldaki gelişmesine benzer bir durum meydana getirdi. İstanbul’da da o zamankine benzer bir ulaşım şebekesi kuruldu. Yolun doğrultusu yine Karadeniz’in kuzey kıyısından Akdeniz’in güney kıyısına yönelmiş ve İstanbul’dan geçen bu yol, Batı – Doğu doğrultusunda, kısmen Karadeniz kıyısı boyunca denizden, kısmen de Bolu, Amasya, Tokat, Erzurum doğrultusunda karadan iran ve daha İleriye giderdi. Selanik’ten kara ve deniz yolu ile Batı ile irtibat kurulurdu. Kuzeybatı güneydoğu doğrultusunda Niş-Meriç yolu ile Anadolu’nun ortasındaki Doğu  Batı yolu da eski faaliyete devam ederdi.

İstanbulda XVIII. yüzyılın başına kadar ulaştırma aracı olmadığından halk daha çok yaya olarak gidip gelir ve bu sebeple de iş yerlerine yakın semtlerde otururdu. Şehiriçi ulaşım, at ve arabalarla sağlanırdı. Deniz araçları olarak da kayıklarla sağlanırdı, İstanbul trafiğinin ilk kez hafifletilmesi ve ulaşımın kolaylaşması 1867 yılında açılan tünelle başladı. Şehirde motorlu araçlar II. Meşrutiyetin ilânından sonra görülmeye başlanmıştır. Şehre atlı tramvay ilk kez 1860 yılında getirilmiştir. Elektrikli tramvay denemelerine ise 1914 yılında başlandı. Demiryolu olarak ilk kez 1875 yılında İstanbul  Edirne hattı törenle hizmete girdi. 1906 yılında da Haydarpaşa ile Pendik arasında ikinci bir demir yolu yapılması hakkında irade çıkarıldı(2 Ekim 1906),

İstanbul, Osmanlı İmparatorluğuna uzun süre başkentlik etmiş bir kent olarak sayısız eski esere sahip bir şehirdir. 1453 yılında Fatih ile’ birlikte İstanbul için programlı bir gelişme devri başlamıştır.

İstanbul‘da 989 kadar mescit ve cami yapılmıştır. Bunlar devirlere göre klasik, barok ve rokoko üslûbunda yapılmış olan ve dünya mimarî tarihinde büyük bir yer tutan yapılardır.

Ayasofya: Kimi tarihçilerce Büyük Kortstantinus devrinde yapıldığı{M.S. 326) ileri sürülür. Daha önce yaşamış tarihçiler ise imparatorun oğlu Konstantinus tarafından yaptırıldığını ve 15 Ekim 360 yılında ibadete açıldığını yazarlar, ilk yapı üzerinde kesin bilgi yoktur. V. yüzyılın başlarında dindeki tutuculuğuyla ün yapmış İstanbul Piskoposu loannes Khrysostomos’un impa-ratoriçeye karşı saldırılarından kurtulmak için onu sürgüne gönderen Arca-dius’a kızan halk ayaklanarak Ayasofya’yı yaktı(20 Haziran 404). Kilise, Theodosius li. tarafından mimar Rouffinos’a yine bazilika örneğine göre yeniden yaptırılarak ibatede açıldı(M.S. 8 Ekim 415). Bu kilisenin ömrü de oldukça kısa oldu. Nika isyanında ateşe verilen şehirle birlikte kilise de yan-dı(13-14 Ocak 532). Bu kez Jüsiinianus tarafından yeniden ve daha görkemli olarak yaptırılan kilisenin inşaasında bin usta ve on bin işçi çalıştırıldı. Ve 27 Ocak 537’de büyük bir törenle halka açıldı. Ancak, yapımından 22 yıl sonra bir yer sarsıntısı sonucunda büyük kubbenin doğu bölümü yıkıldı(22 Mayıs 558). Mimar İsidoros’un onardığı (562) kubbenin batısı Basileios I. devrinde bir deprem sonucu yıkılma tehlikesi geçirdi (9 Şubat 869) ve onarıldı. 25 Ekim 986’da yine bir deprem sonucu kubbenin bir bölümü yıkıldı, bir duvar çatladı ve yapının durumu tehlikeye girdiğinden, kilise kapatıldı. Onarımı Dırtad adlı bir Ermeni mimar yaptı ve Ayasofya yeniden halka açıldı(13 Mayıs 994). İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed, ilk cuma namazını burada kıldı ve kilisenin camie çevrilmesini emretti.

Doğu’ya bakan abside, Kabe’ye bakan bir mihrap kondu. Batı’daki büyük kubbenin yanındaki kubbeciklerden biri delinerek buraya ahşap bir minare oturtuldu, Ayasofya’nın esas yapısına ve içini süsleyen insan figürlü mozaiklere dokunulmadı. Tuğla minare denilen güneybatıdaki minare yapıldı ve doğudaki ikinci dayanak duvarı eklenerek yapı onarıldı. Kuzeybatıdaki ince minare II. Bayezld devrinde (1506), Batı’daki kalın minare ise, II. Selim devrinde Mimar Sinan’a eklettirildi ve çevrede yapıya âdeta yapışacak kadar yaklaşan evler yıktırıldı. Mermer minberle büyük kubbenin altında solda bulunan mermerden yapılmış vaiz kürsüsü, III. Murad devrinde yaptırıldı. III. Ahmed devrinde yıkılan sıralar onarıldı ve yapının içine, büyüklüğüne uygun sekiz köşeli büyük bir top kandil konuldu.

Bayezld Camii, l’l. Bayezid’in emriyle, kimi yazılarca Mimar Hayreddin, kimilerince de Yakup Şah Sultan Şah tarafından inşa edilmiştir (1501-1505). Camiin önünde kare planlı revaklı bir’avlu yer alır. Bu avlu dışarıya üç kapı ile bağlantılıdır. Revak sütunlarının altısı granit, dördü necef, onu da yeşil somakidir. Revakın üzerini yirmi dört kubbe örter. Avlunun ortasında, şadırvan bulunur. Camiin taç kapısı üzerindeki kitabede Hattat Şeyh Hamdullah yazısı iie camiin yapıiış tarihi yer alır. Birer şerefeli iki minareden güneydeki, cami ile birlikte, kuzeydeki ise XIX. yüzyılda yapıldı. Kare planlı ana yapının 18 metre açıklığındaki orta kubbesinin altında yirmi pencereli kasnak bulunur. Kubbe, dört fil ayağıyla, İki kalın direk üzerine oturmaktadır. Taçkapı ile mihrabın üzerlerini birer yarım kubbe örter. Doğu ve Batı’da yan yana dörder küçük kubbe yer alır. Mermer hünkâr mahfilinin çini süslemeleri XVIII. yüzyıla aittir. Taç kapının sağ ve solunda, yapıya eklenen kubbeli bölümler bulunur. Camiin yanında medrese, imaret ve kütüphane; bahçesinde II. Bayezid ile kızının türbesi vardır.

Çağlayan Camii Sa’dâbâd Caminin Kâğıthane’de ilk yapımı, II. Ahmed devrinde gerçekleşmiştir. III. Selim ve II. Mahmud devirlerinde onarım gören cami, Sultan Abdülaziz devrinde yıktırılarak devlet mimarıSarkis Balyan’a yeniden yaptırıldı(1862).

Camiin duvarları kârgir, çatısı ahşaptır. Bir minaresi vardır. Yapının küt-lesi üç ana elemandan meydana gelmiştir. 1-İbadet hacmi, 2- Tapınma hacminin kuzeyinde yer alan mahfil ve konut bölümleri; 3- Batı cephesindeki minare.

Dolmabahçe Bezm-i Âlem Valide Sultan Camii, Sultan Abdülmecid’in annesi Bezm-i Âlem Valide Sultan tarafından bugünkü Dolmabahçe semtinde Mimar Nigoğos Balyan’a yaptırıldı.(1852-1854). Deniz kıyısında bir avlunun ortasında yapılmış olan cami, Barok ve Rönesans tarzında, kare planlı, ana mekânı dört kemer üzerine oturtulmuş, Barok büyük bir kubbe ile örtülü bir yapıdır. Camiin önünde bir hünkar kasrı vardır. Kasrın içinden ve her iki yanından gövdeleri şişhaneli, oluklu, yivli, oldukça ince iki minare yükselir. Cami, üç sıra halinde, yuvarlak kemerli pencerelerle aydınlatılmıştır, ibadet bölümüne, kasrın içinden geçilerek girilir. İbadet bölümü bir saray salonu gibi aydınlık ve ferahtır. Giriş kapısının tam karşısında olan mihrap, beyaz ve kırmızı somakiden uyumlu bir biçimde yapılmıştır. Minber de kırmızı somakidendir. Minberin korkuluk levhalarının dış yüzleri tek parça ve kabartmalıdır. Camiin kitabesi Ziver Paşa tarafından kaleme alınmış olup yazısı, devrin ünlü hattatlarından Ali Haydar Efendi’ye aittir. Camiin muvakkithanesi sekizyüzlüdür. Üzeri yuvarlak bir kubbeyle örtülüdür, iki yandan iki görkemli merdivenle çıkılan hünkar kasrı ile camiin asıl ibadet sahnı bir ara Deniz Müzesi olarak kullanılmıştı. Müze, Beşiktaş’a taşınınca cami, tekrar ibadete açıldı.

Eyüb Sultan Camii, Halic’in kuzey ucunda, aynı adı taşıyan semtte, Fatih Sultan Mehmed tarafından 1458 yılında yaptırıldı. Türbe ile cami daha sonra yıkılmıştır. Bugünkü camiin ilk örneği olan yapı, III. Selim devrinin tanınmış devlet adamlarından Uzun Hüseyin Efendi tarafından yaptırıldı (1798-1800). Cami son kez II. Mahmud devrinde, 1819’da, onartıldı. 1822’de deniz tarafına rastlayan minareye yıldırım düşmüş, minarelerin üst şerefelerine kadardan bölüm yeniden yaptırılmıştır. Bugünkü cami, dikdörtgen bir saha üzerine oturtuldu. Dış ve iç olmak üzere iki avlusu vardır. Dış avluya kuzey ve doğu yönündeki iki kapıdan girilir. Kuzey kapıdan sonra rampa ile çıkılan asrına bir kat hünkâr menfiline gider. Dış avlunun solunda açık türbe ve mezarlar, ortada şadırvan yer alır. Şadırvan Barok başlıklı sekiz mermer sütuna dayanan ahşap saçaklı bir kubbe ile örtülüdür. İç avluda on iki sütuna oturan 13 kubbe vardır. Bu bölümün ortasında üzeri açık, dört tarafta muslukları olan duvar ve üzerinde bir çeşme yer alır. Bu duvarların içinde birkaç mezar vardır. Cami, dikdörtgen planlı, mihrabıçıkıntılıdır. 17.5 metre çapındaki merkez kubbesi altı sütun ve iki fil ayağına dayanan kemerlere oturur. Kubbenin çevresinde sekiz yarım kubbe vardır. Cami, planı bakımından “Sekiz payeti camiler” grubuna girer. Alt katta bulunan kadınlar mahfilinin tavanı düzdür ve galeri katını taşır. Son cemaat yerinde iki mihrap yer alır. iki minareli bir camidir. Dış avluya girişi sağlayan kapılar, sütunlar, başlıklar Barok üslûpta, revak kubbeleri, kadınlar mahfili tavanı, orta kubbe ise kalem işi süslemedir. Mermerden yapılan minber ve kürsü de yaldızla bezenmiş olup Barok üslûp özellikleri taşır.

Fatih Camii, II. Mehmed (Fatih) tarafından Mimar Sinaüddin Yusuf b. Abdullah’a Fatih semtinde yaptırıldı (1470). Merkezi kubbe iki fil ayağı ile iki sütun üzerine oturtulmuştur. Yapı, 1766’da depremden harap olduğu için, II. Mustafa tarafından Mehmed Tahir Ağa’ya onartıldı(1767-1771). Şadırvan avlusunda, kıble duvarına paralel olan revak, diğer üç yönden daha yüksektir, Kubbelerin dış kasnakları sekiz köşelidir ve kemerlere oturur. Kemerler genellikle kırmızı taş ve beyaz mermerle işlenmiş, yalnız mihverdekilerde yeşil taş kullanılmıştır. Alt ve üst pencerelerin çevresi geniş silmelerle çevrilmiştir.Avlunun biri kıblede, ikisi yanda üç kapısı vardır.Şadırvan sekiz köşelidir. Mihrabın yaşmağı istalaktitlidir. Hücre köşeleri yeşil direkli, kum saatleriyle süslü ve üstü zarif bir taçla sonlanır. On iki dilimli olan minare cami ile büyük bir ahenkle birleşmiştir. Eski camiden günümüze süsleme olarak sadece mermer oymalar ve iki çini pano gelmiştir. Camiin ikinci kez yapılışında payandalı camiler uygulanarak küçük kubbeli sivri bir bina meydana getirilmiştir. Şimdiki durumda merkezî kubbe dört fil ayağına oturmakta ve bunu dört yarım kubbe çevrelemektedir. Yarım kubbelerin çevresinde ikinci derecede yarım ve tam kubbeler, mahfildeki ve dıştaki abdest musluklarının önündeki galerileri örtmektedir. Mihrabın sol yanında türbe yanından geniş bir rampayla girilen hünkâr mahfili ve odalar bulunmaktadır. Minarenin taş külahlarıXIX, yüzyıl sonunda yapıldı. Avlu kapısının yanındaki yangın havuzu II. Mahmud devrinde yapıldı.(1825).

Fethiye Camii (Pammakarisîos), Çarşamba’ya giden yolun kıyısında, Bizans devrinde kilise olarak yapıldı. İlk kilisenin kuruluş yılı kesin olarak bilinmemektedir. Andronikos Palaiiogos II devrinde, yüksek bir memur olan Mikhael Dukas Glabas’ın eşi Maria Dukena tarafından, kadın manastırı olarak yaptırıldı. Latin saldırıları sırasında bağımsız kalan kilise, 1294’te yeni baştan onarıldı. Bina, 1456 yılına kadar kadın manastır olarak kullanıldı, sonra patrikhane oldu. III. Murad tarafında camie çevrildi.

Ana kubbelerinden en büyüğü 5 metre çapındaki merkez kubbedir. Mabedin absid bölümü, yapının camie çevrilmesi sırasında değiştirildi, birde mihrap eklendi. Dış narteksi yapan galerileri örten tonozlar basık ve yayvandır, çapları birbirlerinden farklıdır. Binanın en önemli bölümü Maria Dukena tarafından yaptırılan Parakklesion’dur. Bunun orta ve mozaikti kubbelerinden başka arka tarafında yan yana iki kubbesi daha vardır. Bütün kubbeler birbirlerine benzer, tamburlarındaki pencereler ikinci katı aydınlattıkları için aşağıdan görülmez. Kubbedeki mozaiklerde ortada Hz. isa’nın tasviri görülür. Kubbe dilimlerinin içinde adları başları hizasına yazılmış on iki havarinin resimleri bulunur. Bütün mozaikler XIV. yüzyılda yapılmıştır.

Gül Camii (Hagia Theodosia), XIV. yüzyıldan sonra “Hagia Theodosia” olarak anılmaya başlandı. Cibali’de yer alan yapının ilk adı ve yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bazı araştırmacılar IX. yüzyıl sonu ile XII. yüzyıl ortasına tarihlenebileceğini ileri sürdüler. XIII.-XIV. yüzyıllarda absis bölümünde yenileme ve değişmeler yapıldı. Fetihten sonra bir süre boş kaldı, bir söylentiye göre tersane anbarı oldu. II. Selim (1566-1574) devrinde camie çevrildi. II. Mahmud devrinde büyük ölçüde onarıldı. Alçak kasnaklı kubbesi ve bütün üst örtü sistemi Osmanlı dönemi onarımlarının özelliklerini gösterir. Tonozların sivri kemerli oluşu, klasik Osmanlı mimarisinin eseridir. Camiin bugünkü adını burada mezarı bulunan Gülbaba’dan aldığı sanılmaktadır. Büyük bir yapı olan cami, yüksekliği ile ilgi çeker. Dört payeli kapalı Yunan haçı tipindedir. Bu yapı sistemi üst kat planında açıkça belirir. Çok kalın olan payelerinin içlerinde hücreler yer alır. Bina yüksek olduğundan, haçın kollarını meydana getiren mekân bölümleri galerilerle iki kat haline getirilmiştir, iç mimari bakımından arkaik bir özellik taşıyan yapının dış mimarisi geç devir niteliklerini gösterir.

Hamidiye Camii (Yıldız Camii), II. Abdülhamid devrinde Yıldız Sarayı’nın karşısında Dikran Kalfa’ya yaptırılmıştır(1885). Kârgir ve tek kubbeli bir yapıdır. Belirli bir üslûbu olmayan camiin hünkâr mahfili ve selamlık törenlerinde kabul için kullanılan bir dairesi vardır. Tek minareli olan camiin avlusunda, sağ köşede, dört cepheli ve 1890’da yaptırılmış bir saat kulesi vardır. Hünkâr mahfilinin sedir ağacından olan kafesleri II. Abdülhamid‘in eseridir. Camideki sülüs yazıların büyük bir bölümü Hattat Abdülfettah Efendi’nindir. Karışık mimari tarzın güzel bir örneği olan cami, Ortaköy, Mecidiyeköy ve Aksaray Valide Sultan camilerinin tipinde olup, dıştan küfeki taşından yapılmıştır. Cephesi Teşvikiye Camii’nde olduğu gibi aynalıdır.

Kariye Camii, Edirnekapı yakınında evvelce Maria Dukaina tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Latin istilası sırasında çok harap olan manastır ve kilise, Andonikos II devrinde Büyük
Logothetes Theodoros Metokhites tarafından onartıldı ve yapıya bir dış narteks ile kuzeyindeki dar geçit ve güneyindeki parakklesion eklendi (1313).Binanın XII. yüzyıldan kalma olduğu anlaşılan bölümü dört geniş kemere oturan bir kubbe ile örtülü kiborion biçiminde bir naos, bunun doğusundaki bema ve yarım daire planlı absisten ibaret olan esas bina ile batısındaki iç nar tekstir. Narteks, kemerlerle dört bölüme ayrılmıştır. Bunların uçta olan iki tanesi birer kubbe ile örtülüdür.Anadolu Rumeli yakaları arasında ise kayıklar ve pazar kayıkları ile ulaşım yapıldı. Sonra Şirket-i Hayriye ve Haliçİşletmesi kuruldu ve Kadıköy Adalar vapurları (Seyr-i Sefain) işlemeye başladı.

Bugün mevcut mozaiklerin çoğu son Bizans devrinin başlarına (XIV.yüzyılın ilk yarısına) aittir. Mozaik ve freskler o devir Bizans resim sanatının en ilgi çekici örneklerindendir. Oldukça iyi bir perspektif anlayışı, derinlik fikri, figürlerin hareket ve plastik değerlerinin verilişi ve figürlerdeki dikkat çekecek derecedeki uzama, bu üslûbun tipik özellikleridir. İstanbul’un alınmasından sonra Hıristiyanların elinde kalan kilise, II. Bayezid vezirlerinden Atik Ali Paşa tarafından camie çevrildi. 1765’te önemli bir onarım gördü, camie ek olarak Beşir Ağa tarafından okul ve imaret yaptırıldı. Bugün Ayasofya Müzesi’ne bağlı bir müzedir.

istanbul kız kulesi

istanbul kız kulesi

Küçük Ayasofya Camii, VI. yüzyılda Ayios Petros ve Magios Paulos bazi likası iken sonradan Ayios Sergios ve Bakhhos Kilisesi’ne çevrildi. Kapısındaki kitabeye göre, 1497-1505 yılları arasında, II. Bayezid devrinde, basüssaade ağası Küçük Hüseyin Ağa’nın isteğiyle cami haline getirildi. Minareyi Mustafa Paşa, şadırvanı Sadrazam Ahmed Paşa yaptırdılar. Mabedin merkezi kubbesi, sekiz köşelidir. Ortada kubbe, yanlarda yarım kubbeler ve narteksler yer alır. Halen Ayasofya semtinde bulunan camide on altısı aşağıda, on sekizi yukarıda olmak üzere yeşil ve kırmızı porfirden sütunlar ve bir kitabe vardır.

Kocamustafa Paşa Camii (Sünbül Efendi Camii), VI.VII. yüzyıllara ait bir Andreas manastırından bozmadır. Kocamustaf apaşa semtinde yer alan yapı, Basileios I ve Mikhael VIII zamanlarında onarılarak kilise haline getirildi. II. Bayezid’in sadrazamı Koca Mustafa Paşa tarafından camie çevrildi (1489). Kubbesi dört sütun üzerine oturur. Uç absidi, iki narteksi vardır. Sütun başlıkları yapraklı ve monogramlı olarak işlenmiştir. Avlu kapısının önünde II. Mahmud tuğralı(1834) ve Abdülmecid tuğralı(1847) iki kitabe vardır. Defterdar Ekmekçizâde Ahmed Paşa, camiin sağ yanına bir mahfil ekletti, bu yüzden minare ortada kaldı. Camiin yanındaki medrese, imaret, mektep ve muvakkithane, çeşitli tarihlerde inşa edildi. Sağ tarafındaki tek kubbeli türbeye Koca Mustafa Paşa’nın kızı gömüldü. Avluda bulunan türbede Şeyh Yusuf Sünbül Sinanüddin Efendi (öl. 1493), türbenin gerisinde de Serasker Rıza Paşa gömülüdür. Avluda Hacı Bekir Ağa tarafından yaptırılan (1737), sütun biçiminde birde çeşme bulunur.

Lâleli Camii, lif. Mustafa devrinde Aksaray semtinde, Mimar Mehmed Tabir Ağa’ya yaptırıldı(1759-1763). İmaret, türbe, sebil, hamam, han ve dükkânları içeren külliyenin ana yapısı cami, Arapça kapı kitabesinden anlaşıldığı gibi 1783’te büyük ölçüde hasara uğradı, çeşitli devirlerde onarım gördü. Bir bodrum katı üzerinde yükselen cami, Barok tarzındanır, planı karedir, mihrap çıkıntılıdır. Merkezî kubbe, sekiz sütuna dayanan kemerler üzerindedir ve altı yarım kubbeyle çevrelenir. Hünkâr mahfili sol tarafta yer alır. Sekiz sütunlu şadırvanı ve tek şerefeli iki minaresi vardır. Önündeki türbede II. Mustafa, III. Selim, Hibetullah, Mihrimah, Mihrişah ve Fatma Sultanlar gömülüdür. Külliyenin bronz şebekeli sebili iyi durumdadır. Hamamından iz kalmamıştır

Mesih Paşa Camii, Veziriazam Hadım Mesih Mehmed Paşa tarafından Kara gümrük semtinde yaptırıldı(1585). Dikdörtgen planlıdır. Mihrabı dıştan çıkıntılıdır. Merkezi kubbenin duvarlara geçişi, sekiz kemerle sağlanmış, mihrap binaya yarım kubbelerle bağlanmıştır. Altı porfir sütuna dayanan beş kubbeli bir son cemaat yeri vardır. Sonradan camii genişletmek için ikinci bir son cemaat yeri yapıldı. Çinileri, devrinin en güzel örneklerindendir. Yakınında, aynı zamanda yapılmış bir çeşme vardır.

Nuruosmaniye Camii’nin yapımına I. Mahmud devrinde Nuruosmaniye semtinde Simeon Kalfa tarafından başlandı(1748) ve III. Osman devrinde bitirildi (1755). Cami, iki kapılı geniş bir dış avlu ile çevrili, medrese, kütüphane, imaret, sebil, türbe ve çeşme ile civarındaki dükkân ve handan ibaret bir külliyedir. Barok üslûpta yapılan camiin iç avlusu, klasik plan esasından tamamen ayrılır. İç avlu biri ortada, dördü yanlarda olmak üzere dokuz kubbeyle örtülüdür. Cami binasına bitişik, revak biçiminde beş kemerli ve beş kubbeli son cemaat yeri vardır. Bu köşkün sağ ve solunda ikişer şerefeli birer minare yer alır. Minare külahları taştandır. Camiin şahın kısmı kare planlıdır. Dört beden duvarı üzerine birer büyük kemer ve köşelere konulan bingilerle kemerlerin meydana getirdiği kaide üzerine bir tek kubbe vardır. Sahnın kıble tarafındaki mihrap bölümü bir kilise absisi binadan dışarıya taşan yuvarlak ve büyük bir hücre biçimindedir. Sahnın birbirine yakın ve üst üste beş sıraya dizilmiş 174 penceresi vardır. Kubbece dördü sağır olmak üzere 32 pencere yer alır. Mihrabın sağında ve solunda birer mahfil ve solunda mermerden bir minber vardır. Pencerelerin alçı çerçeveleri de Barok üslûbundadır.

Nusretiye Camii (Tophane Camii)
II. Mahmud tarafından Hassa mimarı Kîrkor Balyan’a yaptırıldı(1826). Tophane semtinde yer alan camiin yapımının tamamlanmasından (8 Nisan) az sonra “Vak’a-i Hayriye”mn patlak vermesi ve kanlı bir ayaklanma sonucu ayaklanan yeniçerilerin yenilerek, ocaklarının ortadan kaldırılması karşısında, Padişah bu yeni camie zafer anlamına gelen “Nusretiye” adını vermişti. Camiin iç yazıları Mustafa Rakım Efendi’nin eseridir. Camiin cümle kapısının üzerindeki manzum kitabeyi Keçecizade İzzet Molla kaleme almış ve büyük hattat Yesarizâde Mustafa Efendi bunu işlemiştir.

Cami, şu ana elemanlardan oluşmaktadır: 1- Kare planlı bir ibadet hacmi; 2- Kıble cephesinde bu ibadet hacmine eklenmiş çokgen planlı bir mihrap nişi; 3- İbadet hacminin doğu ve batısında yer alan iç içe bir galeri; 4-Bu galerinin önünde bulunan son cemaat yeri; 5- Adı geçen elemanların oluşturduğu gruba giriş cephesi tarafından eklenen, batıda hünkâr mahfili kütlesi ve bunun batı yan galerisi üzerindeki uzantısı, doğuda ise cami personelinin konutu; 6- Hünkâr mahfili ve personel konatu kütlelerinin içeri çekilmiş köşelerinde yer alan iki minare.

Ortaköy Camii, Sultan Abdülmecid tarafından Mimar Nigoğos Balyan’a yaptırılan (1854-55) cami, bir bodrum katı barındıran platform üzerinde iki değişik bölümden, cemaatin namaz kılması için, üzeri kemerlerle köşe ayaklarına oturan içten basık bir kubbe ile örtülü, kare planlı harem ve bunun kuzeyinde minareleri de barındıran iki katlı hünkâr kasrından oluşur. Camiin dış cepheleri, Barok-Rokoko karışımı bir tarzda taştan oyma ve kabartma süslemeleri, içi ise büyük pencerelerin aydınlattığı somaki mermer mihrap, minber ve kürsü ile somaki taklidi sıva ve altın yaldızla bezenmiştir. İbadet mekânı: kubbe ile örtülüdür. Camie, iki yandan kıvrılan merdivenlerle ulaşılarak son cemaat yerinden girilir. Giriş holü, enlemesine bir dikdörtgendir. Hünkâr mahfiline son cemaat yerinin batı cephesinden girilir. İbadet bölümü yüzeylerindeki dekorasyon bolluğuna karşın, hünkâr mahfili ve son cemaat Veri cepheleri son derece sade tutulmuştur. Buradaki süsleme elemanları, üzeri basık kemerli pençelerin çevresindeki sade silme takımlarıyla, baş oda pencerelerinin üzerindeki üçgen ve yuvarlak alınlıklardır. Yazılı belgelere göre cami, 1862,1866,1894,1909 ve 1968 yıllarında onarım görmüştür.

Pertevniyal Valide Sultan Camii; Sultan Abdülaziz devrinde Padişah’ın annesi Pertevnial Valide Sultan tarafından Aksaray semtinde, Agop ve Sarkis Balyan kardeşlere yaptırıldı(1871). ibadet hacminin planı bir karedir. Hacmin asıl  örtü elemanı pandantiflerle bu kemerlere bağlanan, yüksek kasnaklı bir kubbedir, camiin dış yüzeylerinde en dikkat çekici , bezeme bolluğu ve çeşitliliğidir. Geleneksel Osmanlı mimarisinin hatâyî ve Rûmî motifleri, mukarnasları, profilleri, nişleri, pencere pervazları vb. gibi elemanları yeni ve değişik bir yorum ve düzenleme içinde, üstelik bu mimariye yabancı olan palmetler, soğan gövdeli kubbecikler ve en önemlisi Gotik elemanlarla birlikte kullanılmıştır. Pencereler sivri kemerlidir. Cepheleri, elemanların düzenlenişi açısından XIX. yüzyılın diğer camilerinden değişiklik gösterir. Camiin minareleri son derece narin tutulmuştur. Gövde tamamen yivlidir.

Rüstempaşa Camii, Kanunî Sultan Süleyman’ın vezirlerinden Rüstem Paşa tarafından Tahta kale’de Hasırcılar Çarşısı içinde Mimar Sinan’a yaptırıldı(1561). Camiin yerinde önce Halil Efendi Mescidi vardı. Bu mescidin yeri çukurda kaldığı için, altına dükkânlar inşa edilerek bir su basman oluşturuldu. Camie iki yandan merdivenle çıkılır. Son cemaat yeri altı sütunlu ve beş kubbelidir. Önüne sonradan kemerler, sütunlar ve ahşap çatılı, saçaklı bir bölüm eklendi. Camiin kubbe eteklerine kadar her yanıçinilerle kaplıdır. Özellikle lale motifli çiniler, Osmanlı çini sanatının en başarılı örneklerinden sayılır. Camiin şadırvanı sol yandadır.

Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi, Sokullu Mehmed Paşa tarafından eşi Esma Sultan adına Sultan Ahmet semtinde Mimar Sinan’a yaptırıldı.(1571). Evvelce bir Bizans kilisesinin bulunduğu eğimli bir yerde yapılan külliyenin iç avlusuna merdivenli bir kapıdan girilir. Bu kapıüzerinde medresenin ders odaları ve kütüphanesi yer alır. Avlunun ortasında kubbeli mermer bir şadırvan vardır. Külliyenin üç cephesi medrese odalarıyla çevrilidir. Camiin son cemaat yeri altı sütuna dayalı, sivri kemerli, yedi kubbeli bir revakla örtülüdür. Köşelerde yarım kubbeler yer alır. Kubbe, mihrabın sağ ve solundaki duvarlara bitişik altı sütuna dayalıdır. Camiin içi kubbe eteklerine kadar çinilerle kaplıdır.

Sultanahmet Camii, I. Ahmed tarafından Sedefkâr Mehmed Ağa’ya yaptırıldı(1609-1616). Sultanahmet Meydanı’nda yer alan camiin iki ayrı kareye yakın planı vardır. Birinci (öndeki) kare (iç avlu) 26 adet granit mermer ve porfir sütuna oturtulan otuz kubbeyle çevrilidir. Mermer döşemeli olan avluda çevresinde altı mermer sütun bulunan bir şadırvan vardır. İkinci kare (camiin harem bölümü) 64 x 72 metre ölçülerinde bir alanı kaplar ve çapı 24 metre, yüksekliği 43 metre olan bir orta kubbeyle örtülüdür. Camiin sol köşesinde hünkâr mahfeli yer alır. Mozaik ve yeşim süslemeli mihrabı, sedefli kapısı, türkuaz üzerine altın yaldızla yazılı çinileri, süsleme bakımından büyük bir değer taşır. Mahfelin oyma ve kabartma eşlemeleri, mermer korkulukları taş işçiliğinin en güzel örnekleri arasındadır. Mahfelin yanında I. Ahmed’in birçilehanesi bulunur. Hünkâr mahfeline camiden ve Kasr-ı Hümâyûn’dan da girişi vardır. Mahfelin altındaki ahşap tavan da süsleme bakımından zengindir. Camiin duvarları XVI. yüzyıl sonuyla XVII. yüzyıl başlarına ait çini panolarla kaplıdır. Camideki yazılar devrin ünlü hattatlarından Ahmed Gubarî tarafından yazıldı. Sedef işleri mimarın kendisi tarafından yapıldı. Camiin, diğerlerinde görülmeyen özelliklerinden biri altı minareli oluşudur. Cami, Sultan Ahmed’in türbesi, misafirhane, imaret, medrese, darüşşifa, çarşı gibi yapıların merkezi durumundaydı. At Meydanı’nın (Hipodrom) bir ucunda yer alan bu binalar, sonradan ortadan kaldırıldı. Camiin sol tarafında bulunan Kasr-ı Hümâyûn da yandı. Cami, 1734 yılında Araboğlu Hacı Melidon Kalfa tarafından onarılmıştır.

Süleymaniye Camii, Süleymaniye semtinde, Kanunî Sultan Süleyman’ın emriyle Mimar Sinan tarafından inşa edildi (1550-1557). Klasik Osmanlı mimarisinin en büyük eserlerinden biridir. Boğaz ve Halic’e hâkim bir tepede yer alan cami, çevresindeki yapılarla birlikte büyük bir külliye halindedir. Fatih külliyesinden sonra bu ikinci büyük külliyenin merkezini meydana getiren camiin planı, biri avlu, öteki esas cami olmak üzere iki kareden meydana gelen bir dikdörtgen biçimindedir, iç avlunun, biri ön cephede ve ortada, ötekiler yan cephelerde olmak üzere üç kapısı vardır. Kitabeleri, staiaktitleri ve yarım sütunlarıyla tek başına mimari bir eser sayılabilir. Dikdörtgen planlı iç avlunun zemini mermer döşelidir. Bu avluyu 28 mermer ve pempe granit sütuna oturan sivri kemerli, 28 kubbeli bir revak çevirir. Revak kubbelerinde geç devirlerdeki onarımlar sırasında yapılmış olan Barok üsluplu kalem İşleri görülür. Son cemaat yerindeki 10 pencerenin üzerinde bulunan çiniler, XVI. yüzyılın en güzel örnekleridir. Özellikle panoların köşelerindeki üçgenlerde görülen kırmızı renk, bu dönemin en güzel mercan kırmızısıdır. Bu panolarda yer alan ve Kur’andan alınmış ayetlerden meydana getirilen yazılar da devrin ünlü hattatı Karahisarlı Hasan Efendi tarafından yazılmıştır. Avlunun ortasında yer alan dikdörtgen planlı mermer şadırvan, oymaları ve bronz şebekeleri bakımından ilgi çekicidir. Avlunun dört köşesinde dört minare vardır. Minarelerin gövdesi yivlidir, yivlerin araları oyma süslerle doldurulmuştur. Bütün olarak düzgün kesme taştan inşa edilmiş olan cami, üç sahınlıdır ve kareye yakın bir plan gösterir. Büyük merkezi kubbenin çapı 25.5 metre,yerden yüksekliği 53 metredir. Kasnağında yuvarlak kemerli 32 pencere vardır. Cami, bütün bölümleriyle çok kalabalık bir cemaatin toplu olarak ibadet edeceği geniş ve ferah bir mekâna sahiptir. Sinan, bu camide mimari bütünlüğün ve geniş mekanın yanı sıra akustik durumu da düşünmüş ve bunu başarmıştır. Akustik düşünülerek, bütün kubbeler, çift kubbe biçiminde yapılmıştır.

Camiin mimarisi kadar, klasik devrin en güzel örneklerini taşıyan süslemesi de son derece önemlidir. Mihraptaki çiniler, motifleri, teknikleri ve renkleri bakımından XVI. yüzyıl Osmanlı çinilerinin en güzel örnekleridir. Mihrabı çeviren ve üst bölümde duvarları kaplayan çinilerde, büyük birer daire içine ve lacivert zemin üzerine beyaz renkte çok düzgün istif edilmiş nesih yazıyla Elham suresi, köşelerde ve üstte beyaz zemin üzerine çok renkli olarak nar çiçeği, rumiler ve öteki çiçeklerden meydana gelen bir dekor görülür. Bu çini dekorun ortasında mermer mihrap yükselir. Mihrap kadar güzel işlenmiş olan minberin köşeleri ve istalaktitli bölümleri kabartma olarak süslenmiştir. Hünkâr mahfili ve mermer işçiliği bakımından önemlidir. Camiin süsleme özellikleri içinde yazılar ve cümle kapılarıyla pencere kanatlarında görülen oymacılık, fildişi ve sedef kakma örnekleri, devrin üslûbunu yansıtan eserlerdir.

Şehzade Camii, Şehzade Mehmed’in Saruhan Valiliği sırasında ölümü (1543) üzerine Şehzade semtinde Mimar Sinan’a yaptırıldı(1543-1548). Mimarın ilk önemli eseri olan yapı, imaret, tabhane, medrese mektep ve türbeden oluşan külliyenin en önemli bölümüdür. Dış avlu, iç avlu ve asıl cami (harım) olmak üzere üç bölümden ibarettir, iç avluyu on altı kubbeyle örtülü bir revak çevirir. Revakların dayandığı sütunlar mermer ve somakidir, beyaz ve siyah mermerden örülü sivri kemerlerle birbirine birleşir. Avlunun ortasında sekizgen bir şadırvan yer alır. Cami, 38 metre olan kare planlıdır. Üstü 18.42 metre çapında, yerden kilit taşına kadar 37 metre yükseklikte bir merkezi kubbeyle örtülüdür. Camiin naziresinde Şehzade Mehmed Türbesi ve onun solunda Rüştem paşa Türbesi, sağında da Şehzade Mahmud Türbesi vardır.

Yenicami (Valide Camii), III. Mehmed devrinde, Padişah’ın annesi Safiye Sultan tarafından Mimar Sinan’ın öğrencilerinden Davud Ağa’ya, Şehzade Camii’nin planına uygun olarak yapımına başlatıldı(1597). Mimarın ölümü üzerine inşaat, Mimar Dalkılıç(Dalgıç) tarafından sürdürüldü ise de, III. Mehmed‘in ölümü vç Safiye Sultan’ın Eski Saray’a gönderilmesi yüzünden yarım kaldı. Ancak 50 yıl kadar sonra, IV. Mehmed‘in annesi Hatice Turhan Sultan, hassa mimarı Mustafa Efendi’yi, Davud Ağa’nın planlarına göre camii bitirmekle görevlendirdi. Bina Eminliği’ne Elhac İbrahim Ağa getirildi. 1663‘te bitirilen camiin külliyesi (türbe, sebilhane, okul, dârülkurra, kasır) için 3080 kese akçe harcandı.

Bir selatin camii olan yapının ön tarafında bir iç avlu vardır. Avluda stalaktit başlıklı 24 sütun, revakların 24 kubbesini tutar. Avlunun ortasındaki şadırvan, yarım sütunları, stalaktit başlıkları, oymalı tunç parmaklıklarıyla ilgi çekici bir eserdir. Avlunun doğu yanında iki köşede üçer şerefeli iki minare yer alır. Camiin üzerini 24 penssreli merkezî bir kubbeyle bunun dayandığı kubbecikler örter, tea kubbe dört yarım kubbeylede  fil ayağına dayanır. Bu yarım kubbelerin altında daha küçük ikişer yarım kubbe vardır. Camiin içinde üç yanda mahfiller bulunur. Kıble kapısının üzerindeki müezzin mahfili altı kalın ve iki ince kırmızı sütuna dayandırılmıştır. Sağ ve sol mahfillerin altında on üçer sütun vardır. Mihrap yaldızlı stalaktitierle süslüdür. Minberde girift şekillerden oluşan süslemeler vardır. Mihrabın solunda, iki pencere arasındaki mermer yüzeye, 47 değerli ve renkli taşın geçirilmesiyle bir mozaik tablo meydana getirilmiştir. Duvarlarla büyük fil ayaklarının ilk stalaktit sıralarına kadar alt bölümler mavi çinilerle süslüdür. Daha yukarı bölümde aynı desende duvar nakışları yer alır. Camie bir kemerle bağlı olan kasır, XVII. yüzyıl Türk mimarisinin seçkin örneklerindendir. Camie gelen valide sultanların dinlenmesi için yapılmış olan bu köşk, camiin bir parçasıdır. Güneyinde bir çarşı ve Valide Sultan’ın türbesi yer alır. Dış avlusunun duvarları, sıbyan mektebi, dârûlhadis zamanla ortadan kalkmıştır.

İstanbul‘da Osmanlı dönemi yapılarından pek çok türbe bulunmaktadır. Ancak yerimizin darlığı nedeniyle bunların sadece en önemlilerinden söz edilebilmiştir.

Şehzade Camii haziresinde Şehzade Mehmed Türbesi ve onun solunda Rüştem paşa Türbesi, sağında da Şehzade Mahmud Türbesi yer alır.

Rüştempaşa Türbesi, sekiz köşeli, tek kubbeli ve öne revaklıdı. Ön cephede II. Murad‘ın kızı Hatice Sultan ile, Fatma Sultan türbeleri vardır. Bu türbeler sekiz köşelidir, altı sütuna dayalı kemerler üzerinde oturan bir kubbeyle örtülüdür. Sekiz köşeli ve kubbeli olan İbrahim Ağa Türbesi, Mimar Ahmed Ağa tarafından yapılmıştır. Kapısının iki yanı geniş mermer kitabeler, yüksek kabartma çiçek ve yaprak motifleriyle süslüdür. Destarî Mustafa Paşa Türbesi, İbrahim Paşa Türbesi’nin karşısındadır. Duvarları çinilerle süslüdür.

Lâleli Camii önündeki türbede III. Mustafa, III. Selim, Hibelullah, Nlihrimah, Mihrişah ve Fatma Sultanlar gömülüdür. Barok tarzında olan türbenin içinde XVI. yüzyıla ait çiniler vardır. Bu türbenin yanında Haseki Sultanlar Türbesi ve camiin haziresinde, üzeri bronz şebekeli Adîtşah Kadın’ın açık türbesi vardır.

Eyüb Sultan Camii‘nin çevre duvarı içinde Eyyup El-Ensarî Türbesi (1458), bütünüyle kefeki taşından yapılmış olup, sekiz köşeli ve tek kubbelidir. Köşeîerde yarım sütunlar vardır. II. Mahmud devrinde onarılan türbenin içi ve dışı XVI. yüzyıldan itibaren son devirlere kadar süren çeşitli yapım evlerinin çinileriyle süslendi. Türbe, yüzyıllar boyu İslâm âleminin ziyaretgâhı olmuştur. Bugün bile bu gelenek sürmektedir. Türbe çevresinde pek çok kabir, türbe, lahit, mezar taşları ve hazire vardır.

Fatih Camii’nin çevre duvarı içinde, mihrabın önünde yapılan Fatih’e ait ilk türbeden bugün hiçbir iz kalmamıştır. Bugünkü bina, 1765 depreminden bir yıl sonra yapıldı. Yeni yapıda eski temellerden yararlanıldı. I. Abdülhamid tarafından kapı sövesi değiştirildi .(1784), üzerine bir ayet ve kıt’a yazdırıldı. Barok stilinin hâkim olduğu türbenin dışındaki geniş ve oymalı saçak XVIII. yüzyılın sonu veya XIX. yüzyılın başına aittir. Türbe, Sultan Abdülaziz devrinde ikinci kez onarıldı(1865), altınlı nakışlar ve sürme pencereler yapıldı.

istanbul üniversitesi

istanbul üniversitesi

İstanbul köprüsü

İstanbul köprüsü

İstanbul Camii

İstanbul Camii

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış.

Sayfa başına git